30 Aralık 1971 Perşembe

hal bildirisi

hal bildirisi
zihin bölgesinden gelen ne varsa içine atılmış deriiin zarfın açılışı törenle yapıldı. 


merhaba dünyalı,
çantamda bir koca külçe heyecanla gidip geliyorum kaç zamandır. kocaman, ağır falan da. dağınık sayfaları düşlerle birleştirme limited şirketi ve diğer el ve giysi sahipleri bu işten hemmen sıyrılıp, ellerini, eteklerini çekmedikçe diyemeyeceğim, çünkü acilen çekmek zorundalar. zaman dar ve yürekler ağızlarda gidip geliyor. 

tüm galaksi telaşta. acil durum, acil durum! duyularını yerlerinden çıkartıp ceplerine sokuşturan ay'la güneş'e bir haller olmadan, yeni bir krater düşmeden, bir patlama olmadan; hemen!

acil durum! 

acil durum!


imza                             
dağınık sayfaları düşlerle birleştirme ltd. şti. çalışanı sasely



***************



demek istediklerim karıştı, fazla karıştı hatta. kafamla doğru orantılı olarak mikserlik yaptım işte. :p
gerçi şurdan bakınca bilmece gibi de duruyor hani! :p





hal bildirisi zarfının köşeciğinde kalmış bir toz zerreciği
vakit dar!
gece vakti göz kırpıp akıl çelen yıldızlar fenerimiz olurken,
gizli hazinenin sahiciliği ay'la güneş'in ruhunu gülümsetsin. 





20 Aralık 1971 Pazartesi

yeni dünya

kendine doğru; 
“benim küçük dünyam… benim küçük dünyam…”

tüm gün kendine kendine bunu tekrarlatarak geçti durdu bir kararın izinden. durdu…
durmamış daha; zaman…

adımlarını hızlandırıyor onlardan kaçmak için. nasıl bir kovalamacadır bu?

yansımaları duvarda, kaldırımda, elbisesinde, havada; düşünceleri aklında, korkusu göz bebeklerinde.

-adımlar hadi daha hızlı! yetişirlerse mahvolduk. oraya varırsak temizinden, tamamdır bu iş. koşun!

onu merak ediyor ardındakiler. ona karışmak istiyorlar, kollarını uzatıyorlar dillerini uzatıyorlar; ellerini, dillerini; aklından geçenleri okuyorlar onun. özgürlüğünü…

bir süredir aklında bu cümle dönüp duruyor, bir kararın izinden; “benim küçük dünyam…”
yeni bir dünya inşasına başladı; planlar, projeler, malzemeler, düş yatırımı daha neler neler…
ya bunlar kim? bu yüzü olmayan şekiller? hep peşindeler… bazen önündeler, bazen hiç yoklar, kayıplar, çoğu zamansa hemen ardındalar, onunlalar. kimler?

-gölgeler…

gözünde kestirdiği hedefe gelene kadar peşinde olacaklar. kesin.
kesin…
-kesin şu kovalamacayı!

adımları hızlanıyor.
yolda rastladığı güzel taşlar var. çabuktan eğilip alıyor onları, “temize çıkınca uzun uzun sohbet eder tanışırız” deyip cebine atıyor.
bir taş…
iki taş…
üçüncü taş…
dördüncü…

güvenli bölgeye az kaldı yavrum, işte köşe orda.
-koş!
-işte ordayım, geldim. bir adım kaldı. geniş, kontrollü bir açıyla dönüşü yaparsam… iyi de köşenin öbür tarafını göremiyorum ki.

cebindeki destelerce ahbabı yokladı, ordalar, ona sesleniyorlar; “dikkatli ol!”

ve köşeyi dönmek için geniş bir açı belirleyip adımını saldı peşindekilere inatla.

ona da ne!
-böööö!!



planlar bazen plan dışı gelişebiliyor... 



“benim küçük dünyam… benim küçük dünyam…”





12 Aralık 1971 Pazar

bir karar alınıyor bu akşam...

bir karar alınıyor bu akşam.

kızla çocuk kilometrelik masaya oturmuş ve uzun uzadıya düşündükleri kendileri dahil kimse tarafından bilinmeyen bir konu hakkında yeniden adım atıyorlar. bir şeyleri değiştirecekler kendilerinde bu kararla. kız değiştirecek daha doğrusu, çocuk da ona yardım edecek ve belki o da yuvarlanacak kızla.
kızla çocuk kendilerini belki de bir ölçüde kandıracaklar.
gözlerini yumup.

işe kızın sindiremediği şeyle başlamak en güzeli diye düşündüler önce.

-çocukla.

balyozlarla, bıçaklarla saldırdırlar çocuğa; işi biter gibi oldu ufaktan.

bu işte hisleri figüran tayfasında bile yeri yok.




-ufukta görülen... ufukta ne görünüyor?





kız, kısa zaman önce zaman doldurdu oğlanın tekiyle; zamanın kum taneleri aklının hava boşluklarını doldurdu zamanla; taşanlar kalbine aktı; boş zaman tüm ruhunu ele geçirdi zamanla. "boş zaman" şarkısı uydurdu kız diline, doladı diline o şarkıyı, her sabah onunla uyandı, sabah ve akşam.

-kum tanelerinin sahici sahibi nerdeymiş, kimmiş?
-çok gezermiş, çok bilirmiş.

kızın gözleri aracılığla... "zamanın zamanı doldu" deyiverdi bir gecede oğlan! yer yarıldı, boşlukları işgal etmiş tüm taneler içine gömüldü. bir gecede.
-bir gecede.

def oluş, o def oluş oldu oğlan için, bakan oldu ama gören olmadı bir daha oğlanı.
-bir gecede.





bir gecede bir karar alınacak.
bu gece.
oğlanın geri aldığı kum tanelerini kız çocuğa devretmeyecek bu kararla.
-boş zamanları yok avuçlarında.

karar alınacak gibi. kızı değiştirecek bu karar.
ufukta ne görünüyor?
ne var orda?
kim değişecek?


çocuk, kızın yüzünü göremeyeceği kadar uzun olan masanın bir ucundaki yerinden kalktı. yaklaştı kıza doğru. elinde kum tanesi yok. aklında kum tanesi yok. yavaşça silüeti silikleşti.

ve bir ruh kızın elini tuttu. 



gün gösterisi

bir sonbahar günü düşün...

yazın sıcağıyla kavurduğu ne varsa, yaza olan "daha çok yakar uslu duralım" düşüncesi yüzünden ancak sonbaharda rengini atmaya başlamış.

cennetin sararmış elbisesi gibi bir çayır olsun bu; ucu görünmeyen; başı, sonu, sağı, solu...
el değmemiş ruh mezarlığı...

düşün...

her gece parıltılarıyla karanlığı bölen ay ve yıldızlar ya da özgürlükleriyle böbürlenen kanatlılar veya heyecan uyandıran güzelliklerine rağmen herşeyin "güzellik" olmadığını soludukları havayı bırakırken canlarını da bırakarak ilan eden kelebekler değil buranın sahibi. onlar burada sadece misafir, oyuncu, arkadaş, anı kahramanları, mezar sahipleri... kendilerine tanınan sürede, kendilerine vadedilen bu alanda gösterilerini sunan hatıralar onlar.

düşün ki yıldız kayar...
ne kadar ruh varsa oynaşan, hepsi mezarına kapanır.

günse bencildir! geceyi, geceyle beraber ayı, yıldızları öldürür güneşini doğurmak için. aynı gün heveslendirir kuşları, yollarını aydınlatır terk etmeleri için bu çayırı. gün bencilce davranır; yeniler bu herşeyi, bitirir ve başlatır bu dansı, tanımadığı ruhlar salar çayırın üstüne, "tanışın" der; bencildir işte!


ve yeni güne kadar, yeni ruhlarla dans başlar.

9 Aralık 1971 Perşembe

bilmece

bir dilek tutalım. 
bir dilek tutma vakti.
tam zamanı.
ortalık sessiz.
kimse yok.
dilek var.
ben yok. 
dilek var. 
dilek yeter.
bir dilek tutmanın zamanı.
tam zamanı.
yakalamanın vakti zamanı.
kaç dakka öncesini?
beş dakka.
beş nokta bir dakka.
beş nokta iki dakka.
dakka.
dilek tutmaca.
dilek neyse?
dilek sadece.
hupp.
tamam bu iş.
dedim içinden.
dileğin içinden dilek tuttum ben.




bilmece. =)

6 Aralık 1971 Pazartesi

ayna

aynanın önünde. saatlerdir oturuyor. hiç kımıldamadan.

kuyrukları uzayı delecek bir araba hareket ediyor. elini dudaklarının bitiminde gezdiriyor farkında olmadan usulca, kırmızı eldorado'nun ayak izlerinde. içindeyken radyo dinlemek yerine onunla konuşmayı yeğlediğini anımsıyor; hatta birkaç kelime yapışmış oraya ona söylemeyi unuttuğu. elleriyle dokunuyor onlara. ellerine bakıyor bakışları, elleri aynası oluveriyor uçuk renkleriyle. üstünde, kırmızı eldorado'nun jantlarına takılmış çamur lekeleri, geçtiği yollar. sol elinin üstündeki ben, eldorado'nun sol kapısına babasına belli etmeden kazıdığı yaprak...

aynanın karşısında saatlerdir. bazen daireler çizerek aklını tarayan gözleri dışında orda, hiç kımıldamadan.

liman caddesi'ndeki büyük evin terasında bağdaş kurup oturmuş bir grup çocuk. keyfi gelince seslenen martılarla, heybetiyle böbürlenen gemilerin dışında bir şeyin sessiz geceyi bölmesi bekleniyor heycanla: "bu gece bir yıldız kaymalı."

haftasına, tutulan tüm dileklerin gerçekleştiğini gördü bir çift göz, etrafı berrak ve gergin.

kenarlarda dolaşıyor gözleri. donuyor bir noktada, kararsızlıktan olsa gerek. derin birkaç hat var. kısalar. sabitler. "dileklerimiz de derindi hep, hepsi ve hepsini de görmüştüm."

aynanın karşısında, "dahalar"ı bekliyor. saatlerdir.

"... veee sonsuza kadar mutlu yaşamışlaaaarrr..."

dışarıdan bir ses tıklatıyor kulaklarını sanki bir yabancı gibi. hatırından öksürük sesleriyle atılmış ahenkli bir ses. "sonsuzluk" en sevdiği kelime diye en güzel o kısmı söylerdi, kulağına en kısık o kısım geliyor misafir sesle.

sonsuzluk...

aynanın karşısında bekliyor saatlerdir. kendinden bile çok yüz görmüş, halaysa tazecik aynanın karşısında.

korku... merak... zaman.

aynanın karşısında bunca vakit görmek istemediğini görmeye oturmuş, görüyor. kendi telaşından zamanınkini fark edememesi şaşkınlık verici; "sonsuza kadar..." diye silik mırıltı dökülüyor dudaklarından, kulağına çalınandan duyamadığı. ve daha yüksek mırıldanıyor; "sonsuza kadar..."

minik bir nem konuyor eldorado'nun ayak izine, geçtiği yolları yaşlıyor.

28 Kasım 1971 Pazar

bir varmış... bir yokmuş...

bir varmış... bir yokmuş...

develer pirelerin pirelerini kovalar, pisiler balık balık suda yaşar iken, ben de şu dar alandaki uçsuz bucaksız dünyamda göğü mora, yeri kırmızıya boyarım. tarifi kolay değil bu halin; yetenek işi içinde olmak da, içinde var olmak da.

bir, iki, üç zamandır buradayım ben ve anlam veremediğim bir şekilde, yoğun ilginin odağıyım; ki bu da gururumu okşamıyor değil. bana özel yemekler, bana özel geziler, bana özel müzikler, bana özel planlar, bana özel sohbetler daha neler neler. diyorum ya odak noktası oldum milletin, sayemde sıkıcı hayatlarına renk katacakları bir oyuncağa sahip oldular. bu benzetmeyi sevmedim, ben oyuncak mıyım! ama bu gidişle öyle olacak...

bir renk vardı, daha önce tanışmıştık kendisiyle, burda onu da gördüm. yani bazen görüyorum, el falan sallıyorum ona. sonra bir sürü gri var, her yerdeler. ha araya toz gibi serpilmiş yeşil zerrecikleri de var, griye, maviye falan karışmış. ama yok, bazı yerler de ondan bir sürü var. hatta geçenlerde bir yere gitmiştik, kaçmasın diye ya da ne biliyim dağılmasın diye falan etrafını bir şeylerle çevirmişlerdi. biz de o etrafı çevrili yeşil mahkumları ziyarete gitmiştik, iyi hatırlıyorum.

su var bir de! allahım harika bir şey. birincisi o rahatlatıyor, burdaki gibi sıkıcı değil. bir keresinde hava çok sıcakken su dolu bir yere gitmiştik. bir sürü insan vardı içinde, maviydi falan; o da güzeldi. nediz miydi adı, deniz miydi neydi? hatırlayamadım, kalsın; ama çok güzeldi, keşke yine gitsek.

etraftakiler kendi hayatları içinde debeleniyor ve beni çok az unutuyorlar. tabi benden haberi olmayanlar da var. ne biliyim, bizimkilerin daha çok hava kararınca baktıkları bir şey var; şöyle renkli, hareketli, içinde yine insanlar var falan. hah! işte o insanlar beni bilmiyor mesela. yani galiba. yani biliyor gibi değiller de... aman ne biliyim, beni bilenlerin yüzünde ordan nasıl görünüyorsam artık, komik bir gülümseme falan oluşuyor; gülüyorlar, mutlu gibiler falan. sonra benim için uğraşıyorlar ya, demiştim hani. ama o baktıkları insanlar bir garip. evin dışındakiler de onlar gibi ama o hareket eden şeyin içindekiler sahiden garip; kavga ediyorlar, bağrışıyorlar, ağlıyorlar, bir yerlerinden kırmızı şeyler akıyor; sonra, üff okumam yazmam yok ki! olsa altta yazan bir şeyler oluyor, onları okurdum. ne halt ediyorlarsa orda yazıyor galiba, bizimkiler anlatmadığı halde biliyor olurdum hepsini...

bir... iki... üç günden fazladır burdayım. sıkıcı burası; şöyle kollarımı açıp rahat rahat gerinemiyorum bile, gerindirtmiyorlar. hem alan da dar. kendime yer açayım diyorum, bu sefer de bu kadın gereksiz yere tantana yapıyor; "gel gel dinle, bak bak elini koy". yani bir rahat yok.

burda olmak zor. o yüzden bende kendime eğlence bulmaya çalışıyorum. işte bunları anlatıyorum, arada egzersiz yapıyorum, dövüşmeyi öğrendim o hareketli insanlardan da bu kadını hayacanlandırayım diye bir iki hareket yapıyorum, ha bir de hayal kuruyorum. en zevklisi o zaten, müthiş eğlenceli.

ben kendim şekil vermeye karar verdim ortalığa. babam o hareketli insanlara bakıp, bir şeyler okuyup, "dünyanın haline bak" deyip duruyor. ben dünyayı çözdüm, işte onu değiştireceğim. ne biliyim o mavileri mora boyarım, o grileri kırmızı yaparım diyorum. sonra sıkılınca da başka renklere boyarım. olmaz mı? renkler güzeldir, ben hepsini çok severim. bundan önceki yerde hepsinden vardı, zaten orda tanıştık onlarla. sahi ne güzeldi orası be... burası çok sıkıcı, benim ne işim var burda böyle?

neyse, nerde kalmıştık?

heh, kırmızı diyordum. griler kırmızı oldu sayemde. yeşiller kalabilirler ama o etraflarındakileri almak lazım, rahat olsunlar. renkler özgür olmalı değil mi ama? sonra o hareketli, renkli insanları mutsuz eden ne varsa defolsun istiyorum. amaan ne biliyim, saçma geliyor tüm bunlar.

bir de bu insanların gün saymaları bitse! nereye gidiyoruz ki sanki? al işte, gün mün yok!


sığmıyorum galiba artık. ne biliyim, burası daha da bir sıkıcı olmaya başladı. saolsunlar aç bırakmıyorlar, eğlendiriyorlar falan ama burda sıkışıp kalmama ses çıkartmıyorlar, hatta bundan memnunlar. hey ben sizin neyinizim ha, tepiştirdiniz beni buraya! açıkta bırakın beni. aç değil ama açıkta bırakın!

daha fazla dayanamıyorum.
o da ne? burası serinlemeye mi başladı, yoksa bana mı öyle geliyor? ee ne olacak şimdi bana? bu kadın da ne telaş yaptı ama, sakin ol be anne. ilk bunları dikte ettiler kafama; anne-baba. işte bende sırf bu zorlama bilgi yüzünden anne manne dememe kararı aldım. ee bu kadın triplere giriyor da kocası nerde, hep yanındaydı ya? baba! anneme bir şeyler oluyor nerdesin? aa dur, ona değil bana bir şeyler oluyor. o ne ya? ben neden kayıyorum, hahahhaaa çok eğlenceli, umarım hep olur! heyy napıyorsunuz, çek elini be adam! kafamı bıraksana, zaten kafam üşüdü! madara olmaya şimdiden başladık, iyi mi...

ama ya, ne bu böyle, iş mi bu yaptığınız şimdi? sıkıldık dedik, burası dar dedik ama bu kadar da hoyrat olunmaz ki canım, insan bir sorar "hazır mısın" diye. iki laflıyoduk şurda. koca adam olmuş bir de. yanına da almış birilerini, oh!

heey ne vuruyorsun sen! şiit kime vurduğunun farkında mısın? ben öyle diğeri gibi sulu göz değilim, sert adamım kolay ağlamam ona göre.

ama yaa, elin çok ağır... mış.

23 Kasım 1971 Salı

devam metni...

"yuvarlanıyorum, yuvarlanıyor musunuz?
 kar topuyken, benim gibi çığlaşıyor musunuz?
 seslere, ışıklara, görkeme kanıyor musunuz?
 ya bir yeriniz kanıyor mu?"

gözlerinin içinde kendimi göremediğimi fark ediyorum ve cam oda tuz buz oluyor. içindeyim.

cam odanın tozdan camlarıyla dağılıyor büyü, bozuluyor, etrafa saçılıyor zerreleri,bende büyük bir çocukluk hevesiyle üflüyorum onları avcumdan; püüfff...
büyü bozuldu.

bir süredir sakin sesli kadının sakin şarkısı eşliğinde devam ederken sessiz film...
şimdi...

gözlerinin içinde kendimi aradığımı fark ediyorum bir süredir. derinlerine kadar salıyorum kendimi ve denk gelemiyorum silüetime.

cam kalbimin duvarları çatırdıyor, küçük bir çatlak; ben orda yokum, hala bakıyorum işte gözlerine! çatlak hattı uzuyor; içinde yok muyum yani onun, kalbi o kadar dar mı? sinsice adımlarını büyütüyor çatlak ve orda yokum işte. gözlerindeki boşluğu çevreleyen taş duvarla karşılaşınca gözlerim, iniltiyle yok oluveriyor avcumdaki. püüfff...

bir kulağımı göğün,
bir kulağımı yerin duvarına dayadım.
kıyamet geliyor,
sesleri geliyor!

ense kökümden başlıyor çekilmeye. sinirler, damarlar, nefes ortaklaşa çalışıyor defe. parmak uçlarımdan akıyor ruhu. dudaklarım çabalıyor, sesimin gücü yettiğince.

"kırma, kırma kalbimi..."

taa içlerindeyim gözlerinin; boşluğundayım, yuvarlanıyorum. yuvarlandıkça seni oraya bırakıyorum, içimi senden arındırıyorum. olmam gereken yerin boşluğunda bende ki seni kusuyorum. boşluğuna boşaltıyorum seni.

"biz, aynı zamanda kaybettiğimiz şeyleriz."

kayıp?


güzel sesli kadın sakin şarkısını söylerken kulağıma, ıslak yaprakların taş yolu kapladığı nemli günlerde aklıma gelenler bunlar.

"sen sensin, kendi varlığın var, bir andan öbürüne, bir günden bir sonrakine hep aynı insan olmayı sürdürüyorsun. temelde sensin varlığın, yabancı bir beyinde oluşan gelip geçici düşüncelerden, elektromanyetik dalgalardan etkilenmiyor. bunu görmeye çalış. matthew'nun sahip olduğu bütün gücü, onun her zerresini, ona sen veriyorsun!"



sakin sesli kadın, sakin şarkısına devam ediyor...

16 Kasım 1971 Salı

sevgili kişi

sevgili kişi,

ben kendimi önemsediğim için seni önemsiyorum. hayatımda olmanı seçerken buna kafa yormuş olabileceğim için; hiç sanmasam da, biliyorsun bazı şeyler olurken baş karakter olunur ama seyirci kalınır. sonra, senden nefret derecesinde hoşlanmadığım için; kanımca nefret eden sevenden daha çok düşünür söz konusu varlığı. işte, senle öyle ya da böyle zaman geçirdiğim için önemseniyorsun.

benim vaktim kıymetli; o yüzden sana değer veriyorum. zamanımın içindesin ya. zamanımsın.

gülüşün güzel. ona yakışır olarak onu da önemsiyorum, seni daha güzel yapıyor; önemsiyorum, seni daha mutlu gösteriyor. kendi gülümsememi sevdiğimden seninki hoşuma gidiyor. bir de bakıyorum tebessümüm seninkinin aynası oluveriyor.

sevgili kişi, hayatımdasın bir şekilde. normal şartlar altında, hayatımda olmasını isteyeceğim biri değilsin; sana karşılık önüne hiç yıkılmayacak, dikenli tel giysili duvarlar dikmek geliyor içimden. mayınlar döşerim yoluna, pek sevdiğim söylenemez sen gibisini.

düşünüyorum, öyleyse varsın. bu mektubu sana yazıyorum, öyleyse aklımda yer ediyorsun. ben düşüncelerimi sevdiğim için sende çaktırmadan seviliyorsun sevgili kişi.


mini minnacık ufaklık


- çok soğuk ben vazgeçiyorum.
- hayır! bunu yapmak zorundasın, ya şimdi ya da az sonra ama yapacaksın! bunun için varsın!
- üşüyorum ama. hem çok zayıfım, bu işi yapmaya gücüm yetmez. en azından diğerleri de gelseydi daha kolay olurdu.
- kes! anlamıyor musun? önemli olan ilk olandır.


eski model pilot gözlüklerini takmıştı inişe geçerken. o çığlık atmakla meşgulken gözlüğün bağları ordan burdan sallanıyordu ama onu bırakacak gibi değildi. dağılmış da olsa gözlük sayesinde en azından önünü seçebiliyordu.
ee şimdi ne olacak peki? hedefi mi olacaktı onun? o mu hedef olacaktı ya da?


***


senenin aydınlık günlerinden, aydınlık bir saat.
kafasını kurcalayan bir şey var yürüyenin. bir sürü soru; bir sürü zırva ve adam akıllı soru. ne zamandır aklında yer işgal ediyorlar kim bilir. ele avuca gelir şekle uyandıktan sonra kafasında zonklayarak geldiklerini söyleyebiliriz ama.

çok uzun bir ömür geçirmiş durmuyor burdan, kaz ayağı çizikleri daha çok hafif. dümdüz alnıysa, içindeki kaprisli düşüncelerinin yeni doğmuş bebeği karışıklığı kundaklamakla meşgul. tazeliğine göreyse, daha çok yer var gideceği yürüyenin.

birden durdu.
haykırmak çözüm olur muydu?
kime, neye haykıracaktı ki?
şöyle kendi içine doğru, göğüs tarafından el yordamıyla bir havalandırma açsa da içine seslense, rahatlatsa kalbini; sonra da nefesini yumsa ve beyninde yankılatsa sesini, ordakileri de bir hizaya soksa. yok yok acilen çözüm bulmak gerek.
laf! sanki ikisi de ha deyince yapılacak şeyler...

arada dönüp dönüp ardına bakası geliyor yürüyenin. hemen gözlerini yumuyor, yanından geçerken birisi çarpar ve dengesini kaybederse, başı geldiği yere çevrilir, gözü kayar. sonrası? aman ha, dikkat!
bir tek ellerine bakıyor giderken. kalktığıdan beri onları inceliyor ya zaten. yüzünün diriliğine göre yaşlılar onlar. ondan daha çok yaşamış, daha çok iş yapmışlar; daha çok uğraşmışlar değil mi? burdan öyle duruyorlar...
ama işte sorun da burda ya!
nerde hepsi?
ne yaptıysa işte, nerde onlar?
kurduğu cümleler?
hayatından geçenler?

ara ara yalnızlığın cıvadan akışkanlığı dolduruyor ya insanın gözlerini ve o, o dönem tek sevgili oluyor, derdi de o yürüyenin. başına musallat olan bir sevgilisi var onun artık, zorla ondan aşk isteyen.
yalnızlığından da olsa bir çocuğu olsaydı, en azından kanlı canlı bir izi olacaktı, kendinin olmadığını da kendi bile inkar edemeyecekti. belki biraz cesaret...
bugünün herhangi bir asrında ölürse hemen şuracıkta ya da oracıkta, arkasında ne bıraktığını bilmek istiyordu; sanki çok kolaymış gibi. bunu kim bilebilir? geleceğini görmekten de zor iş bu.
sen ne yapmışsın?
ne kalmış?
arkadaki yolda nerede olacaksın?
ya nerede olacaktın?

"kafanı yorma" diyor bir ses ama bu çözüm değil. çözümü o kadar basit değil. bambaşka bir şey gerekli ve bundan, yürüyen de ben de eminiz.

göz kapakları birbirine değene kadar değişebilir her şey. yer iner, gök çıkar. bulut toprak olur, sert kaya bulut. ve tüm bunlar olabilirken, mini minnacık bir şey yürüyenin çatısına konuverir... çatlatır tüm gücüyle karmaşasıyla ağırlaşan alanı. boyutuna rağmen saçlarının arasından süzülüp alnını ezer, tüm düşüncelerini yok etmek ister gibi acımasızdır. göz çukuruna iner korkuyla, bakış açısı kaile değer bir detaydır ya hep; ordan da heyecanla yokuş aşağı yuvarlanır, dudağın bittiği yerde de donar kalır. onu fark etmesini bekleyen bir hali var bu ufaklığın.

yeni doğurduğu bir bebeği göndermiş meğer tabiat ana, göğe göre alakasız ama gönderence tam yerinde bir zamanda.
uyansın diye zihni bulanmış yürüyeni...

o, bu, şu, ama, neden, nasıl, ama, o, bu, nasıl, niçin, değil, hayır, belki, imkansız, o, neden, belki, şu, evet, nasıl, mümkün değil, bu, neden, belki, niçin, olabilir, hayır, neden, değil, şu, neden... ler.. le beraber yürüyorken yürüyen, minik yağmur damlasının saf tadını hissediyor dudaklarında. ve o anda darbe alıyor ruhunu saran fanus. birkaç an öncesine göre değişen ne varsa hayatında, ki her şey aynı gözüküyor saatinin göstergesi dışında, içi aydınlanıyor. ufacık bir yağmur damlası görevini başarıyla yerine getirip, yürüyene hala yürüdüğünü gösteriyor.

biraz önce hakkından gelemediği boğmacaya karşı kendine seslenmek isterken, şimdi tebessüm eder kendine doğru ve asırlık kalıntılarını yoklamak için arkasına döner yürüyense.  


***

hey ufaklık!
hala orda mısın?
onunla mı?
aferin sana, onun sıkıntısının kurbanı olmadın.
hey seninkiler inişe geçmeye başladı!
sen ilktin değil mi?
senin gibi ilk yağmur damlalarını severim, genelde benim de çatıma konarlar... 








 








*dip not: dört blog yazarı olarak kendi aramızda yaptığımız yarışma için yazdığım "ilk yağmur damlası" konulu metin. =) 

14 Kasım 1971 Pazar

başlangıç

yere kanatlarını açmış ilk yağmur damlası,
uçan martıların gücünü gösterdiği
bulutun göz bebeğinden düşen,
ilk nefesini paylaşıyor günle.
yeni doğmuş bebek!
son arayan,
hiçbir yere kanatları konsun istemeyen.


saf.


bilmediğinden, berraklığıdan
olamaz bu dolu dizgin gidişat.
başlangıcın bir amacı olmalı.


kulağına yapışmıştır elbet
ondan önce
ondan daha uçsuz kanat çırpanlar,
daha deli akanlar.
kulağına ilişmiştir ondan çok ya da az önce
kanat çırpanların sonu,
kanatları kırılanlar.
ne kadar delirse de,
kendi gibi çılgın damlalara erip
aşındırsalar da yollarını,
dalga dalga kaybolsalar ya da 
kendi başlarına var olsalar da,
taşsalar da,
taşsa da,
deneyerek öğrenecek
tüm bu telaşın ayla beraber sustuğunu.











*dip not: dört blog yazarı olarak kendi aramızda yaptığımız yarışma için yazdığım "ilk yağmur damlası" konulu şiirin pek içime sinmeyen son hali. =)


şiirin el değmemiş hali de işte burda 

             bebek

4 Kasım 1971 Perşembe

bebek

yere düşen ilk yağmur damlasının,
tepemde seyreden
gri bulutun gözünden damlayan,
heyecanı saçılmış
eline yüzüne günün.
yeni doğmuş bebek!
hem son arayan
hem hiçbir yere bağlı olmak istemeyen.

saf.
bilmediğinden, cahilliğinden olamaz bu akma aşkı,
duymuştur ondan öncekilerin sonunu,
ne kadar delirse de
taşsa da, ayla beraber sustuğunu.









*dip not: dört blog yazarı olarak kendi aramızda yaptığımız yarışma için yazdığım "ilk yağmur damlası" konulu şiirin ilk hali. =)

 montajdan sonra ki hali de burda
           başlangıç

3 Kasım 1971 Çarşamba

ya hiç gelmezse?

darbe alan şey yıkılır. yıkım yok oluş değildir; yıkımın ezdikleri birer yap-boz parçası gibi birleştirilmeyi beklerler.



bir şey geçti gözünün önünden; gölge miydi?

saate gözü takılıyor saatlerdir. bir takım izlenimleri de oldu bu saatler içerisinde; 1'in 2'nin altında, çeyrek'in buçuk'un altında ezilmesi gibi; saniye'ninse hiçbirinin gözünün yaşına bakmıyor oluşu içini gıcıklamıştı.
-yelkovan rüzgarı sevmez mi?
-neden akrep? diğerinden kısa diye mi?
-peki şu ikisinin doğum yeri sıcak ülkelerdir diyebilir miyiz? hani esinti yok ya, akrepte sıcak yerlerde de olur ya?

uzandığı yerden kalktı. uyumadığı halde, hatta hiç uyumadığı halde; bir süredir gözlerini kırpmak dışında hiç yumamadı bile onları; banyoya gidip aynanın karşısına dikilip bekledi bir süre. gelmemiş uykuyu açan en iyi şey kendini dikizlemekti ona göre.
tuvaletin üstünde uçan sinek kendi halinde yine. rutin, geometrik uçuşlarından birini yapıyor inişiyle çıkışıyla; bir süredir sineklerin uçuş metotları da gözlem altında. 

tekrar içeri gitti.

hatırlamadığı bir tarihte okuduğu boris vian hikayelerinden birinde hala hoşuna giden bir kurgu vardı; adam hastalanıp yatak döşek yatarken döktüğü terleri alın teri diye şişeleyip satıyordu.
ara ara gözünde canlanır bu sahne ve öykünün yaratılış anı ve kıskanıp daha fazla dayanamaz. "demek ki bazen tam dozunda geliyor. bazense sürtüklük yapıp orda burda başkalarıyla gezip beni aramıyor bile!" diye mırıldanmaya başladı, devamı gayet gür bir tonla geldi ve ünlem camları titretti. 

geceden kusmaya başlayan bulutların atmıklarının parlattığı rengi soluk sokaklara çeviriyor ayaklarını. geçme ihtimali olan yerlerden gidersem belki rastlar ya...

bir balıkçı dükkanı, önünde kedisiyle; sahte sarışın bir kadın, bu havada kısacık eteğiyle; hararetli hararetli akşamki maçı konuşan bir grup adam gözüne batıyor, ortama uymuyorlar ona göre ya da kendisine.

yolun karşısına geçiyor.

yok.

yok.

yok.


otobüsle  mi gelir?

durağa yaklaşıyor.

-o olmazsa başkası olur!


kimsesiz bir durak, kimsesi yok ki.
bir... iki... üç... dört... beş...
hala yok!

ya hiç gelmezse?
ya onu gerçekten terk etmişse?

hava tonları koyultmaya başlarken kim bilir kaç otobüs geçti... yok.

eve dönmek en iyisi, belki o burdayken gelmiştir de.

...
 
rüzgara kaptırdığı atkısını düşünüyor, evde dolanırken.
masaya oturuyor, kaç günün ardından. önünde sayfalar, onlara da kaç gündür hayat dokunmadı.
gelmedi o.

kaç gündür suskun hayalleri ve yine suskun.
gün bitti yine ve yine aynı kırıklık içinde.

küçükken saatlerce uğraşıp yaptığı, sonrada ona göre nedensizce yıkılan legoları gibi değil bunlar...

27 Ekim 1971 Çarşamba

mı?

"olamaz mı?
 olabilir."

kısa yolun gişirindeyim. 

arkamdan seslenen trenin sesiyle soğuktan kaskatı başımı çevirdim ve sanki o içindeymiş de, koşan trenin içinde denk gelecekmişiz gibi sadece göz ucuyla baktım. utangaç değilim de, ara sıra aptallıklarım oluyor; alt tarafı sesti gördüğüm, hepsi bu! belki o sadece trendedir, o sahiden gitmiyordur; sadece tren gidiyordur.


kısa yolun girişindeyim. 

durup beklesem, 
tepemdeki lacivertin içinden şemsiyesine tutunmuş gelir mi ki süzüle süzüle? 
kısacık yolu uuuupuzun bir sürede gitsek ya asrın birinde.
kaplumbağaymışız gibi yapsak da "püüff" deyip sırtımızdaki külfeti atamasak, 
evimiz yapsak onu, daha da yavaşlatsın diye içini de taşlarla doldursak.
peki ya şarkıda geçtiği gibi, asrın birinde onun kağıt parası dönüp dolaştıysa
ve sonra gelip gelip benim cebime girdiyse?
teşala gerek yok belki bir eylül akşamında tanışırız. 
"olamaz mı?
 olabilir."








23 Ekim 1971 Cumartesi

bir pisi miyav dedi...

gözlerim kamaşıyor...
karmaşa...
-bu ne karmaşa!
gözlerimin kamaştığını fark edebiliyorum.

...

dolabın kapağını kapattı. cama yaklaştı. gözlerini camın karışıklığına dikti uzun süre. başı ağrımaya başladı, karıncalanıyordu bedeni. elini önce buğuya yapıştırdı, kaldırdı, ize baktı, kendince iz bırakıyor dünyaya; aralanan karmaşadan dışarıya bakmaya çalıştı, el izinin izin verdiği ölçüde; karşı damda gezinen kediyi dikizledi biraz, “düşerse sahiden yaşar mı?” diye mırıldandı. ve birden iki eliyle camı temizledi.

“içim kemiriliyor” diye geçirdi içinden. sesler geliyordu kulağının derinliklerinden.
dolabı kontrole gitti, araladı kapağı, gözlerini yumdu.



sessizlik çok olunca dilini kopartmışlar!
sessizlik  sessiz...



bir şey varsa içeride, yani oradaki hala oradaysa, o intihar eden kedinin son nefesini gözleriyle solurken, oradaki de özgürlüğünü kazanmadıysa... hala orada olabilir... mi?


ilaçlar sürüp mumyalayıp kapatmak gerek şu meymenetsizi. kimsesiz kalmış, ordan burdan kovulmuş; başına kaldı şimdi de!


dolabı soludu; soğuk,  bulanık, nemli bir koku bulaşığı vardı, onu çekti içine. korkunun kanında daha hızlı akıp gittiğini hissetti.

aniden...
önce içinde susuz kalan çiçeğiyle vazo devrildi.
masa örtüsü ilaçların, şişelerin ağırlığına tutundu ilk başta. terk edildi sonra ve o da kayboldu.
perdeler yerlerinde yoktu zaten; yıldızlara, güneşe, bulutlara, kuşlara kendini gösterirken araya giren şeffaf şey yetiyordu.
vazo ve diğerleri derken ensesindeki soluk, kirli, rutubetli duvarları çekip bırakmaya başladı.

kapalı gözlerinin parlaklığını istiyordu şimdi de. sonra fikrine, sonra düşlerine, sonra ellerine, sonra ayaklarına, sonra nesi kalmışsa ona; aklına, kalbine, ruhuna, gölgesine!

iyice bir sarstı boşluk. nemsekti, griydi elleri. nefes alış verişi ruhunu yerinden kazıyacak gibiydi.

sakin, arkasını döndü. orada.
“yine mi?” 
yapış yapış hala. bulaşacak her yere. kaçacak, bir yerleri kirletecek, sonra da doğuracak yine.

bu sefer de başaramadı işte. dimdik orada o. işte ya, karşısında! hak ettiğini arıyor sadece, kendince hak ettiğini. gülümsüyor. dost gibi kollarını açmaya hazır.

-kendine yer arıyorsun, biliyorum.

karşısında korkusu, canını elinden alacak görevli meleği.

-acı bakıyorsun...  kafandaki kuşkularla sevişip dururken sen, benim kan aldığımı anlamadın mı? ben senin kafandaki cehennemden, bekçi kadını kandırıp kaçan şeytan gibi kaçtım. evet ben karmaşayım, boşluğum; kör ederim, can alırım, kanatırım; sürüklerim ordan oraya, dünyayı ters çeviririm. ben şu anda buradayım, en iğrenç halimle sana bakıyorum. içinden çıktım senin, dilersem mahvederim seni ya, doğduğum yere, anneme, babama ihanet edemem. bana anlamsız gözlerle bakma! ben senin belirsizliğinsem annem de babam da sensin, ilk nefesimi soluğum yer de sensin. kendi çocuğunu mu reddediyorsun? beni ilaçlayıp, ibretlik bir ölümsüz yapıp, pis akışkan cismimi dolaplara kapatmaya yelteniyorsun? korkudan bacak arandan canın akıp giderken, kafanda hala bana kardeşler peydahlıyorsun. peki, beni sen yaratmışken neden yok etmenin yolunu bilmiyorsun?



kamaşıyor gözleri karşısındakinin sözlerinden. dilini sessizlik yutmuş, sadece belirsizliği konuşuyor. nefret ediyor ondan, ayak bağı oluyor hep. o, onun kangrenli tarafı hep. dolaplarda gizlenen, hükmedilen-eden.



sessizlik kapatıyor ışıkları.
ölen kedinin son “miyav”ı kafasını kurcalıyor; “onun da mı vardı?”  
kedinin pireleri, şimdi onun üstünde sanki.

her taraf  gri...
ortalık belirsizlikle kamaşıyor...
kusurlu evlat.












16 Ekim 1971 Cumartesi

ekim pazartesisi



karanlık…


bekçi gibi sürekli kapıda dikilen ışık tatile çıkmış. diğerleri de sürü misali ona uymuş. sesizlik tam olarak hakimiyeti sağlayamamışsa da, havada uçuşan ses zerreciklerini, gelen kışın seyirci ısındırma ön grubu sonbahar’ın ilk şarkısı “rüzgar” savurup dağıtıyor.

geçen pazartesi çooook uzun zamandır yapmak istediğim şeylerden birini yapmak için fırtınada yollara döküldüm. güzergahım beyoğlu sineması’ydı. her sene bir şey çıkıyordu ve rafta kalıyordu film ekimi’m; bu sefer inada bindirdim işi, rüzgar ve yağmurun elinden geçen sıradan bir bireyden farksız olarak, gayet ıslak, dağıtılmış -sonbaharın haşin elleri asla kuaför eli olamaz- üst düzey bir naseksi olarak sıradaki yerimi aldım. gişede tahmini onbeş bilet vardı fazladan; ben kırkıncıydım. =) sıra umurumda değil tabi, başımı solumdaki incik boncukçudan alamıyorum ki. otuzdukuzuncu teyze işin piri… beni kandırdı, duygularımla falan oynadı; saftım, inandım… “filme giricez tabi, bilet yok diye blöf yapıyorlar, her sene aynı şey!! aa göz rengin ne değişik, her zaman bu renk mi?” demeye başladı.  “çıkk, keyfime göre bazen sadece akıyla idare ediyorum abla o zaman daha değişik oluyor” dese miydim hala karar vermiş değilim… :| 

kırkbirinci teyze, eminim ki gençliğinde erkeklerin iliklerini titreten eski bir taştı. yabancı asıllı biriydi ve arada kendi halinde konuşuyordu, bende ona tepki vermek için, insanlık hala yaşıyor, arkama dönüyordum ve mükemmel ceketini bol bol incelemeye fırsatım oluyordu.

gel zaman git zaman, yıllar, a pardon dakikalar çeyrekleri - iki çeyrekleri falan kovaladı; onlar kovalaşırken, biz, yani tahmini doksan kişi bekledik; ya herkes saftı ya da içlerine otuzdokuzuncu teyze kaçmıştı; basamakları ara ara indik; umut ettik; ilk onaltımız içeri girdi; bizse bekledik, “her şey kandırmacadır” diye; ben… otuzdokuzuncu teyzeye sadık kaldım ve gitmedim işte.
kırkbeşinci dakikanın sonunda otuzdokuzuncu ve kırkbirinci teyzeler ve diğerleri, tahmini doksan kişi yağmurla beraber hayatlarına karıştı, bende insanlık halidir ki aynısını yapıverdim.

evet, yine tozlu bir rafa kalkmıştı isteğim. ama “en azından denedim.” diyebilmiştim ve mutluydum ve eve yirminci yüzüğüm ve altıncı kolye ucumla dönüyordum. =)

he, birde sırada beklerken aldığım manidar kartla…
şöyle diyor pembe neon ışıklarında:
“belki seni bir daha asla göremeyeceğim.”

7 Ekim 1971 Perşembe

yabana doğru

bir süredir beklediğim kitap sonunda ellerimde.

filmine tesadüfen rastlamıştım ve izleyen herkes gibi kahretsin ki bende de bazı duyguları depreştirdi. muhakkak kitabını da okumalıyım dedim ve ilk sıraya girdi bile. =)

her neyse, çok fazla bıdı bıdı etmek değil de arka kapak yazısını paylaşmak istiyorum. yani tüm bu birkaç cümlenin kuruluş amacı, yazmak istediğim şu tırnak içi metninin sahipsiz, başsız badırıksız kalmaması için. =)



“birbirimizi yeniden görene değin ardan çok uzun zaman geçebilir.ama alaska’dan tek parça dönebilirsem, benden haber alacağına emin olabilirsin. sana önerdiğim şeyi tekrarlamak istiyorum;yaşam tarzında köklü bir değişiklik yapmalı, daha önce hiç duymadığın ya da yapmakta kararsız kaldığın türden şeylerin tamamını yapmaya başlamalısın. çoğu insan kendilerini mutsuz eden koşullarda yaşıyor ve gene de bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorlar. çünkü güvenli, rahat, rutin bir hayata koşullanmış durumdalar. huzur veriyor gibi görünse de, insanın içindeki maceracı ruh için kesin olarak belirlenmiş bir gelecekten daha yıkıcı bir şey düşünemiyorum. insanın yaşama arzusunun özünde macera tutkusu yer alır. yaşamın keyfi yeni deneyimlerdedir. bu yüzden sürekli değişen bir ufuktan daha büyük keyif olamaz, her yeni gün yepyeni bir güneşin altında doğabilir.”

              christopher mccandless





dipppnot: yanlışım yoksa, ki hiç sanmıyorum, bu metnin ”yolculuğu” sırasında kardeşine yazdığı mektuplardan biri olması lazım.