11 Aralık 1972 Pazartesi

la maison en petits cubes


  
kimi zaman açıklama yapmak lüzumsuz gibi geliyor ve şimdi de yapmayacağım. 
ne bileyim "ad", "etiket" çok mu önemli? olmasa gerek. ki ben, içine dünyalar sığdırılmış bu kısacık filmi künyesiyle değil iziyle bilmek istiyorum. 

ne de olsa google can damarımız. 

10 Kasım 1972 Cuma

işimi seviyordum...



öyle ki işim ve ben, birbirimize iki sene dayandık. hayatımı düzene sokmak, yeni bir uğraş, cep harçlığı, 
yeni insan türleri tanımak gibi gibi uzatabileceğim bir sürü düşüncenin peşine takılmış gitmişim ve bakmışım ki bir etüt merkezinde danışmanlık yapıyorum. 



ilk başlarda, insanların doğal davranışları baya enteresan gelirdi, sürekli gülümsetirdi; sonradan 
rutinleşti. 

ilk başlarda, şimdi yolda giderken olduğu gibi ısınmak ya da zevk olsun diye değil, geç kaldığım için koşarak giderdim; zamanla önceliklerim değişime uğradı.



ilk başlarda, tonla film karesi kollarımdan çekiştirdi ve bu arsızlıkları hep devam etti; en çok sürükleyeni "sapık" filmine aitti.

ilk başlarda, veletlere tahammül sınırımı kestiremiyorken, zaman içerisinde melekler kadar yumuşak biri olabilirliğimi öğrenmiş oldum. 

ilk başlarda, yazma hevesiyle kaynayan dört kişinin haftalık etkinliği olarak "blog yarışları" başladı; sonrasında şahsıma münhasır logosuyla "gün-se" yayıncılıktan kitabımız çıktı.

ilk başlarda, eğleniyordum; sonrası da öyle oldu.



emek o gün gelmediyse...
seda:(*numarayı çevirir, çalma sesini duyar...)
cevdet bey:(*enerjik ses tonuyla...) -iyi günler etüt merkezi!
seda:(*kavram ve kişilik karmaşasına girmiştir, ne diyeceğini bilemez; iki saniye sonrasında iletişime hazırdır.)-merhaba cevdet bey, emek bugün gelmedi... 



her varlığın bambaşka bir dünya olduğu görüşünde olduğumdan, böyle bir yer insanları gözlemlemek için iyi fırsattı diyebilirim; daha doğrusu çoğunlukla çocukları. hayal güçlerine hayranlığım su götürmez ya, kutuma onlardan baya bir şey attım. 


kubi'den seda'ya...
tosuncuk polat'ın anlattığı kedili, kavgalı kurgu hikayelerini; berkay'ın koşturup koşturup "seda ablacım seni çookk seviyoruuummm!" diye üstüme yapışmasın; akıl küpü ezra'nın meraklı sohbetlerini; hafta sonları ayberk'le ordan burdan muhabbet etmeyi, şiir ve yazılar konusunda kendinden emin fikirlerinden istifade etmeyi; haftanın 5 günü emek'le sohbet edip, ödevlerinden arta kalan zamanlarda adam asmaca ya da kart oynamayı; yaratıcılığı hat safhadaki, ön iki dişi henüz çıkmadığı için daha da sevimli olan kubilay'la resim yapmayı; "süslü kız" meliha'nın her gün farklı bir kıyafet kombinasyonuyla bizi şaşırtmasını; sağ kolu kırık olan enes ve sol kolu kırık olan ikizi esat'ı; yaşından oldukça farklı davranışlarıyla gülümseten yiğit'i; tüm çabalara rağmen derste öğretmeni dışında kimseyle konuşmayıp, bıyık altından gülmeyi, ara ara da pes edip mekanik sesiyle en fazla iki kelimelik cümle kuran ulaş'ı; türkçe'yi fransızca gibi konuşan eren'i ve şu an aklıma gelmeyen ama "seda abla"sı olduğum tüm çocukları çok özledim.


kabul ediyorum bu yazı baya gecikti, ama ne zamandır kafamı kurcalıyordu; sanki yazmam gerekiyormuş gibi... eehhhe gerçekten de gerekiyormuş; bahsetmediğim tonla şeye rağmen şu an kafamın kurcalanan bölümü hamakta sallanıyor. =) 


ve birkaç küçük şey... gün-se yayıncılık'ın logosunun son hali, kitabımızın fotoğrafı, iki güzel not, 2011 yaş günü hatıram, emek'in benim bir günümü anlatan çizimleri; altlarındaki ifadeleri resimleri kendisi tanıtırken kullanmıştı ve son olarak tarayıcıdan taranmış bir el; emek'in eli. =)






seda, telefonda konuşurken.


seda, emek'le konuşurken.


seda, bir şeyler yaparken.


seda, birilerini ikna ederken.


seda, başka çocukları dövmesin diye emek'i tutarken.


seda, kahve içerken.


seda, emek'le ödev yaparken.


seda, bir şeyler yazarken.
seda, bilgisayarda bir şeyler yaparken.




masamdaki sürpriz gofretin üstündeki not. =)


















logomuzun son hali. =)






















bir ada ritüeli benim yaş günü hediyelerimdendi...
emek'in eli




6 Ağustos 1972 Pazar

müzik: hücrenin temel yapı taşı

bu sebepten ötürü...


dippnot
-ilk videodaki, maria falconetti'nin jeanne d'arc karakteriyle o iç burkan görüntüsü -nöbetçilerin dalga geçmek için başına taktıkları taç, kucağındaki ok, yüzündeki acı ve umut ifadesi- beni hep bir garip yapmıştır. :S
-ikinci video, tamamen tesadüf eseri karşıma çıktı. billie jaen'i michael dışında kimseden bu kadar iyi dinlememiştim. ve diyorum ki, tesadüfler işte böyle gelin! :p
-üçüncü videoya gelince, şahsımın en sevdiği gruplardan new york rock & roll ensemble'ın yunan müzisyen manos hatzidakis'le birlikte çalıştıkları üçüncü albümü reflection'ın, şu anda albümün kaçıncı şarkısı olduğunu hatırlayamadığım, hayatımın şaşmayan geri plan müziği diyebileceğim sevgili sevgili sevgili şarkısı dance of the dogs. =)

24 Temmuz 1972 Pazartesi

teyzelik güzel şey =)

heeeeeyyy!!
yirmi bir ay, 16 günün sonunda yiğeni tarafından kendisine ilk defa "teyze" denmiş bir teyzeyim artık!

-şiiittt uçan bir kız gördünüz mü bugün gökyüzünde? heh, o benim işte! :cool:

5 Temmuz 1972 Çarşamba

ölüm sessizliğinde birkaç yudum kahve

cuma günü sözleşmiştik, beraber kahvaltı yapacaktık. ben kısa süreliğine teyzelik görevime mola vermiş olacaktım, o da evine dönmeden önce istanbul’da “mezarlıkların üstünde çay içecekti” daha doğrusu bunu beraber yapacaktık. “mezarlıkların üstü”.

pierre loti tepesi bana hep ironik gelmiştir. harika bir manzaraya sessiz sedasız gözlerini dikmiş yüzlerce kabir, onların üstünden sallana sallana geçen ve olası bir düşme durumuna karşı “ohh iyi iyi, hazır yere gidicem” gibi salak espriler yaptıran teleferik, tepenin üstünde bu manzara bütünlüğüne karşı çay-kahve keyfi. bu tablodan benim çıkarttığım, hani bir bakıma ölümü, yani hayatı kabullenmek ve bunu sindirip bütün olarak yaşamak. yani oraya her gidişimde iç sesime sunduğum sus payım bu. tabi olayı sadece haliç’e nazır, serin serin esen bir tepede çay içmek olarak görenler de yok değil. zaten başını eğmezsen ya da gözlerini çevirmezsen beyaz taşları da görmezsin. 
kolay yani. =) ama ne bileyim bu devir daim çıkarımım içimi ürpertir hep. “ölüm soğuktur” gibi bir deyiş var ya, belki bu gibi sözler yüzünden, belki de gerçekliğin tokadı yüzünden... ne bileyim ağlayasım falan gelir; içim parçalanır, hooppp aşağı atlayıp kendimi de parçalayasım gelir. tamam biraz abarttım sanırım. =)

öyle olacaktı işte cuma günü de. “pierre loti mi?” bir ürperti...

nihayetinde cuma günü oraya gidemedik. arkadaşım babaannesi rahatsızlandığı için evine gitti, ben de evdeki iki yavru hayduda teyzelik yapmaya devam ettim. ve babaannesinin durumunu deli gibi merak ettiğim halde, biraz işgüzarlığımdan, biraz zaman bulamamaktan onu arayamadım. bir saat önceyse, bu sabah vefat ettiğini öğrendim.

belki bir hafta önceden, olacağı sezmiştik.

ölümle ilgili ne düşünsem de onun hislerine sahip olamam, fanusun dışındayım. şuanda buraya döktüğüm cümleler neyin adına sesleniyor onu da bilemiyorum, sessizliği yırtmak için olabilir mi?


                                             



                                                

28 Haziran 1972 Çarşamba

denemeler

bir umacıydı belki, dünyasının karanlık tarafında krallığını kurmuş olan. "karanlık taraf" ya da hiç yoktu, her tarafı karanlıktı fikirlerinin. akılları felç eden zehrini özgür ruhların üzerlerine serperek nefes alıyordu kabusların kahramanı. çok geçmedense, ıstırap sıvısının ilacıyla, diktatör hükümdarlığı dipsiz dehlizlere gömülüyor ve kurtuldukları boyunduruklarının çürümüş izleri üzerinden özgürlüklerinin kadehlerini gururla havaya kaldırıyordu asil ruhlar.

**********


dipppnot!!: hiçbir şey yok. =)

18 Haziran 1972 Pazar

kara komedi


:cool:
inanılmaz mutluyum! uzun bir aradan sonra bugün yine sınava girdim!!

-"seda'nın ösym maceraları" sezon 5 bölüm 2. şiddet, suç, fantastik ve komedi öğeleri içerir. çocukların ulaşamayacakları yerlerden izleyiniz.

eveeettt, toplum sağlığı için gerekli olan uyarıları da yaptıktan sonra sezon finali sürprizimizin asla olmayacağını, sadece az önce belirtilen tür özelliklerine “seçmeli çıplaklık” seçeneğinin ekleneceğini belirtelim. diyebiliriz ki, süper starımız o gün çekimlere okul görünümü verilmiş set içindeki figüranları diskalifiye etmek için biraz farklı gidecektir. :ikieliylegözlerinikapatansmile:
ne de olsa paragraf paragraf nefes alma pratiklerinden, o sayılı saatler için bizden uzak durması gerekenlerden, başla kağıt arasında olması gereken açıdan, göz bebeğiyle kalem ucunun münasebetinden, uyulması gereken kurallardan bahsedilmiş ama kılık kıyafet için cümlecik bile kurulmamış. yani buradaki asıl hedef, sıkı yönetim doktrinlerinde unuttukları giyim kurallarını başa kakmak ve bir-iki rakibi masumane bir şekilde elemek, hepsi bu. =)

şaka, latife, espri, eğlenelim-öğrenelim, güldürü...




“müşkülpesent” kelimesini, kelime olarak çok seviyorum da, onu sevmem, sormadan etmeden gelip üstüme yapışabileceği anlamına gelmiyor. tabi ki benim böyle söylemem de sadece havada asılı kalmakla yetiniyor; neden? çünkü kendileri baya baya arsız! yahu sırf üşengeçliğimden soğuktan donarken üstüme bir şey almaya ya da cebimdeki tokayı çıkartıp saçımı toplamaya erinen benim, kafamdaki hayalleri, plana döküp adam gibi hedef belirlemem 21 yaşıma gelmemi gerektirdi. :s tabi bu süreçte şunu da bizzat tecrübe ettim ki, özel yetenek sınavları sahiden de “yetenek” işi. heyecan yenme, konsantre olma, geç kalmama ve bıkmadan devam etme gibi gibi gibi...

hoş, halimden memnunum. eminim ösym de memnundur bu durumdan. :|

tabi ne mutlu bana ki, bu süreçte oldukça çeşitli insan türleri tanıdım ve tam gaz devam ediyorum. =) antropoloji mi okusam acaba? :p

ama amaaa, gelecekle ilgili planlarımdan birisi; ilerde bir çocuğum olursa, hiç üşenmeden ona katalog katalog hedef belirleme yöntemleri göstereceğim. 







14 Haziran 1972 Çarşamba

kime ne

kendimi çıplak hissediyorum. 
nerden başıma üşüştün sorgu katibi? 
aynaya baktığımda garip birini gördüm sen gittikten sonra; umursamazlığının gözbebeklerinde bile dans ettiği arsızın çıplaklığını gördüm ilk defa. kafamı kurcalayansa, çok mu zayıf olduğum ya da sahip olduğum fotoromanın ne derece önemli olup olmadığı sorularının sonucu. ve son olarak, kime ne ki. =)


bu duruma bir de sos lazım şimdi.
hıımmm o da şöyle olsun;  özlem tekin - kime ne =)


13 Haziran 1972 Salı

james mocker’a sevgilerle...

merhaba,

öncelikle sahiden çok değişmişsin. kusura bakma paldır küldür söyleyiverdim ama, inan ilk defa üzerinde gördüğüm otuz yaş giysisini serserileştirmene rağmen, o sırtına daha da yapışmış duruyor. siyah şişedeki parfüm. şahsına münhasır gülümsemen. neşen. sohbetin. saçlarının rengini değiştiremezler ki. =)

yerde bağdaş kurmuş otururken karşımdaki başka biri miydi? avuçlarında sakladıklarını önüme döken adamdı ve aklıma takılan şuydu; tecrübelerinle birlikte ciddiyetin de artmış. evet, daha önce de tanıştım kendisiyle ya, bu kadarını görmediğim için garipsedim. hıımm... ya da şöyle mi desek? anlattıklarını dinlerken bant kopacak kadar afalladım. bir itiraf, cevaplarım da o yüzden biraz geç geliyordu. her neyse, şaşırdım işte. =)

hey baksana! çok sevdiğim beşin katlarıyla daha da küçülürken ben, sen dört zamanda hiç çekinmeden yirmi yedi olmuşsun. cam odaya kapattığın ya da kapatmak zorunda kaldığın eski asiyi özgür bırakmak için açık delik ararken, benim küçük kızım gökyüzünde güneşe kafa tutmaya kalkışıyor. :|
hale bak, adaletsizlik almış başını gidiyor! seni böyle yapan neyse, zaman kaybetmeden 
tutup kolundan cam odaya onu kapatmamız gerek!

beyaz, çorapsız ayaklarına giydiği ayakkabılarla tökezleyerek “yürürken”, her sabah aynı saatte mağaza camekanlarında yansımasına bakıp “yeterince hızlı uçabiliyor muyum?” diye düşünen alaycı kızla yeniden karşılaştın işte, dört asır sonra. sıcak bir gülümseme ve “merhaba”. 

- çok değişmişsin.
- yok ya, sakallardandır.
- yok yok, yaşlanmışsın da... çizgiler falan.
- o kadar yaşlanmış mıyım? sende değişmişsin.

uzaktan bakıyorum da, adımlarımızı belirsizce atıyoruz ikimizde. karmaşamızdan en çok etkilenen de yolumuz büyük olasılıkla. kararsızız, yarın için yedekte tuttuğumuz bir acil durum “yesterday”i var hep fonda.

fazla uzatmaya gerek yok. dört asır özletmiş seni işte. =)
aklımdaki notlardan derlediğim için defterimin sonundaki “notlar” sayfasına yakıştı bence mektubun; ee bana beni hatırlatıyorsun da. =)


basamakları çıktıktan sonra arkama dönüp el sallıyorum sana, yüzümde gülümsemenle.

james mocker’a sevgilerle... =)




30 Mayıs 1972 Salı

plastik boncuklu pasta

dört katlı aile apartmanının giriş katındaki teyze evinde, çekyata oturmuş iki kız var. biri kızıl, biri esmer gibi, kumral gibi, ama diğeri garanti kızıl. 


gelenekselleşen teyze kızının odasına girip makyaj malzemelerini karıştırma işlemini bitirip, masum imajı çizmek için vitrinin üst rafında duran, milliyet gazetesinin verdiği kocaman, oldukça kalın moda kitabının her sayfasını inceledikten sonra(yani daha doğrusu "bu benim, bu benim! şu senin olsun, bu da benim" gibi kendi çaplarında oyun oynadıktan sonra), aynı gazetenin verdiği, aynı ebatlardaki yemek tarifleri kitabında, aynı salak ama yaşa göre normal oyunu oynuyorlar. 


yarı çiğ, yarı pişmiş ıstakozlar, on-on beş sayfa sonra, sayfanın sol köşesindeki garip görünümlü çorba, karşı sayfadaki diğeri... en güzel kısım tatlılar tabi ki =) "bazı sayfalar" hızlıdan geçiliyor ve sütlülerden bir öncesi: boncuklu pastaaaa! çikolatalı pastanın üstündeki kocaman boncuklara kara kafalının önce kocaman gözleri, sonra aklı takılıyor. "görüntüsü sahiden güzel de, o sedefli boncuklar yenmediği halde neden ordalar ki, yerken insan onları mı ayıklayacak? külfetten başka iş değil, saçma gibi de. hey, ama pastayı güzel yapan dekor, o sahte boncuklar!"

kitabın en uzun sürede geçilen kısmı tatlılardan sonra sıra içeceklerde. son sayfadaki limonatayı da hüplettikten sonra öğün tamamdır. sıra terasa çıkıp yoldan geçenlere üzüm atmakta.




doğa kanunlarına karşı gelip yine uyumamaya çalıştığım bir gece. nedense ben bünyeme ne zaman kafa tutsam, kendileri poseidon kesilip hevesimi boğuyor :/  ama yok bu sefer koltukta uyuklamadım ve havaya hangi güzergahı kullanarak uçsam diye kafa yorarken, geçmişteki "kara kafalı" kız olarak gözüme bir şey takıldı: boncuklu pastaaa!  


plastik boncuklu pasta
- düşündüm de bu fotoğraf buraya çok yakıştı =)





ehee olsa da yesek yahu! 
dur!
pastayı geç, ben boncuklarını seviyorum onların :D 







gündüzün karmaşasıyla salata helinde eve dönüp, johnny bravo'm eşliğinde yıllık ütü işlemlerimi tamamladıktan sonra kafayı bulmuş biri olarak gecenin bir vakti gevezelik etmek istemem gayet normal olsa gerek. =)
bu arada fil hafızam bir kere daha beni şoke etti, aferin ona... :cool: 


"plastik boncuklu pasta" başlığını çok sevdim. iznimle başka bir yazımda daha kullanmalıyım =)

2 Mayıs 1972 Salı

buzzzz



dün; "tanrı gözlerimi aldı. o yüzden gerçek gwynplaine'i yalnızca ben görebiliyorum." bu sözü ilk duyduğumda içim bir tuhaf olmuştu, hala da öyle.

bana bu cümleleri kurduran asıl mesele, az önce dediğim sözün üstüne bugün oldu; dolaylı olarak aynı şeyden içim ürperdi. gözleri görmeyen dae'nin, sevgilisi gwynplaine'e söylediği sözün gerçek hayattaki ölçüsüydü önüme dikilen.

konunun açıklaması yok çünkü komik, basit, ne bileyim olabildiğince saçma ama hepsini bastıracak kadar da vurucu! "belki de kafam bugün biraz fazla karışıktı, buz gibiydim diye içimi kemirdi olan biten" diyesim geliyor ya değil; beş sene öncesine fırlatıldım bir an ve hala midem bulanıyor.


"tamam, kapatalım bu konuyu!" kolay sindirilmese de herkes farklı, sıvışıp gitmek içinse henüz geç değil.

yarın olduğunda bu dediklerim dün olacak, dün de kendinden sonraki günün temeliyse, yarın bölgesel sibirya kahkahalarıyla geçecek. 

11 Nisan 1972 Salı

bir hastanın son sözleri

tüm bunlar bir hastanın son sözleridir.


saçlarımdan damlayan kanlar yok bu gece karşımda oturan bardakta. her şeyde bir misafir havası... dolap, masa, koltuk, olmayan ayna, kalkmaya kalkışan kitaplar, maket uçak,bardağın içindeki ballı sıvı. ben. elim, kolum, saçım, gözüm, kulağım, sesim, aklım.


içimi parçalayan öksürük.


sindirilmemiş kurgular etrafta yüzüyor. benim hepsi! astığım insanlar ruhlarıyla, kırdıklarım da ellerinde sevgili kalpleriyle savruluyor etrafımda; haklarını istiyorlar benden.
ahh içimi parçalayan öksürük... parça parça... parçalayan, zihnimi parçalayan öksürük nöbetleri. sindirilmemiş kurgular derime yapışıyor her vuruşunda. her vuruşunda savrulan ruhları kim sandığına kapatacak şimdi? 

-o da kim?
-kim?
-şuradaki?
-ha evet, sana benzeyen...
-evet ben, saçlarından kan şerbeti damlayan.


öksürükten de boğucu; bulanıklığın arasında bana gözlerini dikmiş benle yüz yüzeyim.




10 Mart 1972 Cuma

bir şarkı var...

dolu dolu on sene önce, daha orta okul sıralarındayken dinledim yalnızlık mevsimi'ni. 
yalnızlık mevsimi bana hep fazla yoğun bir albüm gibi gelmiştir; karanlığı yoğun, tınıları yoğun, dizeleri yoğun, özgünlüğü yoğun. 
yalnız şiirler ve onların onlara yakışır, ıslak ruhlara ilaç tınıları... 


albümün şöyle de bir hikayesi var; kargo 97'de çıkarttıkları ikinci albümleri sevmek zor'dan sonra daha doğrusu albümdeki "şairin elinde" şarkısının popüleritesinden sonra iyi iş yapar ve plak şirketi büyük bir turne ayarlar. ama yaklaşık 35 konserlik turnenin daha başlarında turne iptal edilir; malum o dönemlerde türkiye'de rock müzik bugünkü gibi ne yaygın, ne kabul görür, ne de müzisyenleri benimsenir durumda. her neyse, ne diyordum... bizim adamlar'da turne iptal olunca istanbul'a dönecekken bir bakarlar turne otobüsü, menajer, organizatör falan hepsi gitmiş ve onlara külüstür bir otobüs bırakılmış. mecburiyetten olsa gerek dumura uğramış olarak o otobüsle yola çıkmışlar ve ciddi bir trafik kazası yapmışlar. tamam sağlam çıkmışlar kazadan ama bu kaza büyük bir değişim, içe dönüş yaratmış ve kadıköy'de bir stüdyo kiralayıp 5 ay boyunca nerdeyse ordan hiç çıkmadan mehmet şenol şişli(mşş)'nin söz(salt şarkı sözü değil bambaşka şeyler onlar) ve müzikleriyle haziran 1998'de (yanlışım yoksa 10 haziran) albümü tamamlamışlar. 


albüm çoğu yönlerden uçlarda seyreder. mesela albüm için daha önce rock müzik albümü yapmamış olan raks müzik'e giderler. kabul görmeyeceğine inanılan bir albüm yaptıkları yetmezmiş gibi, bir de kalkıp kapağa bisiklet fotoğrafı koymak isterler. dönemin popüler müzik kültürüne oldukça tezat kalan bir albümdür yalnızlık mevsimi. ama sonuç olarak albüm çıkar ve kargo'nun kanımca en iyi albümü olmakla kalmaz, çok yönlü değerlendirildiğinde türkiye'de çıkmış en iyi albümlerden biridir.






-yalnızık mevsimi'nin kasedini kasetçiye sipariş etmiştim ve o almaya gittiğim günü çok net hatırlıyorum; albüme yakışır derinlikteydi gök, çıplaklığını gizlemek için bulutlara sarınmışken haline ağlıyordu ya da başka şeylere.


saat geç oldu, uykum var ama deli gibi üşenmesem tüm albümü buraya eklerim. şimdilik sadece "bukalemun"la "sürgün" burda olsun =) 















senin ruhun tüm dünyadır.

iki ayrı kıtaya salıyorum bunları; denizden, karadan, havadan...cehennemin göğünden, cennetin dibinden.
denizi maviye boyayan, düşleri sarmallaştıran düşüncelere.

ve unutmadan hiç tanımadığım melekler kiraladım, benim peşimde koşsunlar diye...


9 Mart 1972 Perşembe

mavi saçlının miskin bitleri

akşamüstü.

mavi saçlı tepesi yerin, geceye özel narçiçeği rujunu sürüp silinene kadar öpücük savururken ona gözü takılanlara, iki ışık öpülmüş gözlerimi alıyor; mavi saçlının asılı kalmış miskin bitleri.

mavi saçlının kıyametiyle birleşecekler fi tarihinde. o zamana kadar tebessümümü yapıştırıp dudaklarıma bekleyecek gibiyim onları. saçları dökülecek yaşlılıktan, kel etin üstünde tek olacak iki sevgili.

iki parlak yıldız var orda. gördüğüm kısa mesafeleri esasen uçsuzluğu bulmuş, değemiyorlar ışıklarına. bense her akşam farkında olarak-olmayarak başımı kaldırıp onları izliyorum; sağ göz bebeğim birine, sol göz bebeğim birine aitmiş gibi; aslında ben de birleşmelerini isterken, tabiatlarının duruşuna uyup bakışlarımla onları ayrı ayrı hapsetmişim gibi ayrı ayrı parlıyorlar gözbebeklerimin içinde, içimde ve kuruyorum hep olduğu gibi; ya?
bir araya gelecekleri anı onlardan daha çok beklediğimden eminim.

kimileri asla bir araya gelmemek için vardır, aynı olsalar da; bir anlığına tek olmaları kıyameti savuracaktır.

kıyamet bir rüzgar gibi gelip savuracak belki de, yarılan yerin en dibine göğü gömecek ve sadece o anki karmaşada dokunabilecekler birbirlerine.




ve bir rüya...

geçen gece, sol taraftakinin kaydığını gördüm... aşağıya.


zaten onları bir ben görmüştüm.




28 Şubat 1972 Pazartesi

mutluluk pratikleri


huzurluyum...


bugün kalkmış, dünse yatmıştım. tanrı’yla biraz sohbet etmiştim öncesinde, günah-af işleri falan. pijamalarımı giyip, boy aynasında boyumu ölçtükten sonra bunu yapasım gelmişti; bu da, ailece yenilen yemekten hemen sonraydı, yemek boyu nefret ettiğim kardeşimin bacaklarını son kez doya doya tekmelemeden önce onun son çorbasına son kozumu kattıktan sonralardan. birkaç gün ciddi ciddi oturup planını yapmak zorunda kalmıştım bu imha olayının, o benden önce davranmadan önce.

çok öncesindeyse, günler rutinliğe tutunmuş gidip gelirken, biz de haftalarca hastanelere gidip gelmek zorunda kalmıştık. bilerek bir kaza olmuştu nedense; salıncağı ittiresim gelmişti, kardeşiminse öncesinde salıncaktan düşesi; annemin bizi oynamamız için parka gönderdiği gün; hani önceki gün denizde yüzerken kardeşimin kolluklarını şortumdaki iğneyle patlattığım günün birkaç gün sonrasında.

o gün kalkmış, dünüyse yatmıştım; tanrı’yla aramı daha sağlam tutmak için ona daha çok zaman ayırdığım gecenin sonrasında. hayat okulla devam etmeden öncelerden bahsediyorum, boyumun bin milim olduğu zamanlar.

defalarca annemden azar işitim. neden? sevgili kardeşim beni anneme şikayet ediyordu. çünkü gece boyu hiç susmadan ona hayalet hikayeleri anlatıyordum. öncesinde gece uyumak için yatağıma yattığımda, gözlerimle karanlık odayı tarıyordum malzeme bulmak için; ama bunun da öncesinde, babama hayaletleri sordum durdum; televizyonda ilk defa korku filmi gördükten sonra ilgi alanıma girdi bu karanlık eğlence. öncesindeyse canım ikizimin oyuncak bebeğinin içini tıka basa haşerelerimle doldurmuştum, çünkü koleksiyonum için sevimli ve düzenli aralıklarla evcilik oynayarak onlara evlerinin sıcaklığını aratmayacak bir ev lazımdı; çünkü öncesinde böcek ve örümcek avcılığı yapıyordum bacak kadar boyuma bakmadan. kocaman banda yapıştırdığımı döndürüp döndürüp inceledim; ağıyla aşağı inen bir örümceği bantladım önce, elimde bantla oynarken birden karşıma çıkıvermişti. 

o gün gözlerimi açmış öncesindeyse hiç kapatmamıştım. iyi hatırlıyorum, nedense benden sonra gelenin boğazı garip bir ipe bağlıydı; bunu içerde de fark etmiştim sanki. öncesinde boğulur gibi yapası gelmişti. sert hareketlerimden kaçarken yanlışlıkla o kordona takılmıştı, belki ondandır. annem heyecanlanıp kahkahalar atıyordu, çünkü hemen öncesinde ve aynı anda tekmeler atıyordum onunla içerde olmamak için. onun da öncesinde tekmeler attım durdum ince zarın ötesinde, hemen yanımda benle yüzen çirkin şeye, ama öncesinde o hep karşımdaydı, onu karşımda buldum ne gerek varsa. o gün artık tek değildim. öncesinde benden bir şey kalktı, başka birini yaptı.


bunların öncesinde yola çıkmıştım hedefe doğru, her yer karanlıktı; hepsinden önceyse gece ve sesler vardı. 



                                                                                                                  

27 Şubat 1972 Pazar

yoksun




ellerim cepte parıltılı neonların altında dolaşırken gözlerim seni arıyordu. cadde aralıklarına sızmış geçitlerin başında durup gözlerimle sokakları dibine kadar tarıyordum. neonları kör edip, ayı mahçup eden ışığın yoktu, yoktun. labirentler bitmiyor, seni aramaktan yorulmuyorum. yürüyorum... ellerim cepte, neonlar yokluğundan istifade yanıp yanıp sönüyor. neonlar inat, ben inat, sen yokluğunla inat...
caddeler yürüyor, geçitler derin, gece uzun, caddelerle yürüyorum; birinde olmazsan ötekinde mutlaka...




bende sabır çok!

elbet bir metelik ayak ucumda ışıldayacak.
  



*gün-se yayıncılık karar veremediği bazı hissiyatlarla takdim etti.





diipnot: "para para para!!" deyip, 
        üstüne bir de abba cilası çekilmeli diye düşünüyorum. =) 
     



22 Şubat 1972 Salı

zaten


hayatta bir çok bilinmeyen vardır
bizse çok şey her şey bildiğimizi sanırız
bilmediklerimiz yığın olmuş dağ olmuş...

kumdan kalelerde koruruz
bellediklerimizi
asker yengeçlerin kıskacıyla;
asi deniz kızının saçlarına takılarak
hırçın dalgalarla boğuşup
girdaplarının türbülansında sürüklenmiş
karanlık denizdeki
batık gemilerin kuytu dehlizlerinin
koynunda uyumakta
paslanmış hazine sandığının
aralanmasını bekler
içinde unutulup saklı kalmış...

sorar biri "bu ne, şu ne?" diyerek
dilinin ucuna gelip durur durur...
da bir türlü düşmez oradan
bir şey, bir emare gerekli çıkarmaya
zihninin kuytu derinliklerini
yoklar durursun çıkmaz da

bir fırtına eser dokunur ona
bir fırtına eser dokunur aniden
gün vurur
gün olur
dalgalarla kıyıya vurur...


                                           21.02.1971
                         gün-se yayıncılık bilinmez hissiyatlarla takdim etti.




* şiirimizin babası ayberk’tir efenim!
o ve onun “scroll lock tuşu ne işe yarar?” sorusudur...
her şey onun başının altından çıkagelmiştir!



6 Şubat 1972 Pazar

bir artı bir bir eder mi?


-iyi misin?
-bir artı bir... iki eder.
-ne?
-bir artı bir iki eder. bir etmez.
-ateşin var senin.
-jeanne? bir artı bir, bir eder mi?




ayrı ayrı iki şey her zaman toplamda ikiyi vermezden yola çıkarak bütünleşmiş bir hayalden söz etmek isterim; “ben” ve “ben” ve kim demiş iki birin toplamı iki diye? inanmam!

evet, ortada iki olan bir şey var ya, o kanımca sonuç değil. ya da ortada esasen hiç iki yok, hep tek var; toplam diye bir şey yok, olmamalı zaten. her şey aynı, herkes aynı; kimi şeyler daha da aynı.

aynı olan iki şey iki olmaz değil mi ya?

  
farklı kahramanları, farklı yönlerden sivrilterek bu düşünce üzerine şekil alabilecek kelimeleri aklımda kovalarken, bir diyaloğa denk geldim veee aradığım cümleler karşımdaydı. yukarıda, konuklara “hoş geldiniz” demesi için görev verdiğim metin, “içimdeki yangın” filminin sonlarına doğru düğüm çözüldüğünde, kardeşlerinin babaları olduğunu öğrenen iki kardeşin arasında geçen konuşmadır. demek istediğim de ucundan kıyısından bunun gibi. bazen iki farklı kişi de yönleri bakımından sadece bir kişi olur, pek çok zıttın aslında tek olması gibi.



bazı şeyler kimi zaman fazla aynı olur; iki yoktur.