10 Aralık 1973 Pazartesi

beyaz

o anki şeydi olan. yatağıma oturmuş kitap okurken, çıplak ayaklarıma takılmıştı gözlerim. çok iyi hatırlıyorum, okuma lambasının loşluğunda odanın havası iyice yumuşamıştı ve gölgeleri vardı. o anlık olmayan şeyse, kafamın içindeydi; gölgeler vardı. kağıt, kalem lazımdı benden bahsetmek için.


kendimi okumak istedim, bugün. “sayfadaki yatık yazıların ne kadarıyım?”

olamamış işte. bitirememişim kendimi.


mevsimin ilk karını bekleyen insanlarda doğru olmayan?
perde aralığından akşam karanlığına baktım az önce, bir yerlere yağmur yağacak. kar değil, yine yağmur ve yağmur ne varsa yıkayıp, temizleyecek. düşündüm de, bir süredir gölgeleri uzatan güneşi sevemiyorum. ona sırtımı versem bile.   



beyaz olsun her taraf, benim için olsun, kimse bilmesin.   




  

13 Eylül 1973 Perşembe

kırmızı kapaklı kitabın kapağını kaldırıp aklındaki şiiri aradı. olmadığını bilerek almıştı onu. aklındaki şiiri bulamayınca kapağı kapadı, masaya bıraktı. 
hangi hislere ait bu sözler?
"suyun yolunu kesersin, kum çuvalları dizersin, beton örersin; ama ne yapar ne eder, bir yerden bir çatlak bulur ve özgürce akmaya devam eder su."


sesini hiç duymadığı birisinin gidişine gitti düşünceleri. oturduğu koltuğa gömülebildiği kadar gömüldü. 
-ölüler...

sesini duymadan sanki konuşuyor onunla. anlatılanlar koltuktan daha derine gömmüş onu. uzun boylu, zayıf, otoriter bakışlı, sevecen de. fotoğrafını o gittikten sonra gördüğünde, sesini duymadan da onu iyi tanıyabildiğine memnun oluyor. 



sesler olmadan da konuşulabilir
gömül
gömül koltuğuna 
derine gömül
derinlere gömül
işittiklerin daha
derine gömmüş
birisini duymadan 
görmeden gördün
gömül
gidişine 
gömül
birbirinizden habersiz
ölürken
derin seni boğarken
toprak onu!
ölüler?
ölüler var mı?








*dip not
"suyun yolunu kesersin, kum çuvalları dizersin, beton örersin; ama ne yapar ne eder, bir yerden bir çatlak bulur ve özgürce akmaya devam eder su."  
*dize, oktay rifat'ın "ahmet" adlı şiirinden alınmıştır.


7 Ağustos 1973 Salı

çikolatasını yedi ve bıraktığı tadı, günlerdir beklediği kahveyle yıkamaya başladı. sırtını koltuğuna yasladı, artık rahattı. 


eve gelirken günü, bir öncekini, ondan öncekini ve diğerlerini düşündü; başını geçmiş olanlardan çevirip gelecekleri de düşündü. son zamanlarda kafasında dönüp duran bir düşünce vardı. bunu kendi kendine sık sık tekrar ederdi, yinelendikçe etkisi artan bir söylev gibi.
"-insanlar balık hafızalı, ne kadar saçmalarsan saçmala, ne yaparsan yap unutacaklar. bu yüzden takma kafana. hem bunların ölçütü nedir ki?"
yazın en sıcak günlerinden birinde akşam eve dönerken sokağın merdivenlerini uçarak indi bu sözle. 

sokak tenhaydı. önceden dolaylı olarak tanıdığı birini gördü, pek sevmezdi, teğet geçti. bunu daha önce de yapmıştı; selam vermediği için sonradan pişman olsa da. iyi de konuşacak ne vardı? aslında konuşacağı çok şey vardı.

sonra gözünde kaç gündür aynı saatte, aynı yerde, tek ayağını duvara yaslayıp duran adam canlandı. koca caddeyi izliyordu sadece; arabalar, otobüsler, insanlar, haller. peki bunu nereden biliyordu? "adam acaba orada dururken sigara da içiyor muydu?" diye kafa yormaya başladı. pazartesi günü muhtemelen görecekti adamı ve o zaman sigara içip içmediğine bakmaya karar verdi. 


evet, aslında konuşacağı çok şeyi vardı ve hayalinde yazmaya başladı. 
gününden başladı.

bugün kendisine bir ara dışarıdan bakmıştı, nedense kendisi gibi görünmüyordu karşısındaki. söylemek isteyip gün ışığı göstermediği sözleri mi vardı? rahat değildi. duruşu bir başkasınındı, oturuşu da. kalan zaman boyunca içini kemirecek neler yapmıştı o arada kim bilir? hiç konuş muydu? "çok mu önemli bir şeyler yapmak?" diye sayfasının kenarına bir iç rahatlatma notu düştü.


"-neden kendinle bu kadar uğraşıyorsun?"  
kadın, 2 sene önce meraklı gözlerini üzerine dikmiş ve sormuştu. etiket gibi sırtına yapışıp kaldı, her kurcaladığında da boynuna inen bir giyotin oldu bu kelimeler ona. fazla sert bir yüzleşmeydi. cevabı bilinen, çözümü bilinen ama kayaların büyüklüğüne güç yetmeyen durumlar vardır ya hani... ya zamana yayalım, kayaları kıra kıra temizleyelim? eksik olan ne o halde? 


apartmanın kapısına yaklaşırken kaldırımı takip eden gözleri yaşlı teyzenin ayaklarını görmedi. bir süre önce eşini kaybeden kadın, yoldan geçen tanıdıklarıyla konuşmak için evinin girişinde dururdu genellikle. kısa da olsa yaşlı kadınla konuşmak için bakındı ama hava kararmak üzereydi ve kadının evine girmiş olabileceğini düşündü. belki o anda tek başına masasına oturmuş ve eşinin, çocuklarının hayalleriyle yemeğini yiyordu.
elindeki anahtarların çıkarttığı ses, "-allah kimseyi yalnız bırakmasın kızım." sözü halini aldı, gitti geldi kulaklarında. doğru anahtarı seçerken gayri ihtiyari dört gün önce tanıştığı kızın annesini düşündü; hastaydı ve tedavi görüyordu. daha ilk konuşmada konu nasıl oldu da kızın annesine gelmişti kestiremedi, kıza ne diyeceğini de bilemedi. dört gündür ona ve annesine üzülüyordu; kız gülümsemeye çalışıyordu, annesi iyileşmeye. dört gündür kadın için dua ediyordu. bunda kızın gerçekten mutlu olduğunda gözlerinde ne göreceğini merak etmesinin de payı vardı. 

evine girdiğinde kendi gözleriyle karşılaşmaya vakit bulamadı. unuttu onları.




ve ikinci fincan da bitti.







1 Haziran 1973 Cuma

bunun bizimle ne ilgisi var ki?

yaşanacak o kadar şey varken, yapılacak sayısız iyilik, güzellik varken; evet hayatıma bakınca genel anlamda çoğu şey iyi giderken, başımı dışarıya çevirdiğimde neden yüzüm düşüyor; neden, bugün birkaç saat önce tesadüfen okuduğum bir yazıya kadar hiç gülümseyemedim?
son zamanlarda dışarıya baktığımda, aklıma dimdik realistliğiyle "kabare" müzikali ve sally'nin safça söylediği "yani politika mı? ama bunun bizimle ne alakası var ki?" sözü geliyor. sahi ya olanların bizimle ne ilgisi var ki? 

sayın püsürler dahi "olanların bizimle ne ilgisi var ki?" deyip, tek bir laf etmeden satın aldıkları insanların oylarıyla sahip oldukları ama parasını tüm halkın verdiği, tuttukları etten duvarların güvenliğinde arabalarına binerken ne düşünüyorlar acaba? 

misal, milli eğitim bakanlığı'nın okul yapmak için yer bulamıyoruz demesine karşın, residence (tdk koş yetiş! bu "residence"a türkçe karşılık bul, aldı aşını gidiyor.), "avm" (konuşma-yazma tembellerinin ürünü bu da.), (başka ne kaldı, heh!) otel yapmak için yer bulunabiliyor. milli eğitim bakanlığı'nın dediğinden yola çıkarsak, acaba devletin o arazilere okul yapaya parası mı yok, gönlü mü yok? hadi okulu geçtim, yamuk yumuk beton yığınlarının arasında iki büklüm, egzozkeş olduğumuz, insanlarının kapılarının önündeki ağaçların köklerine boya, çamaşır suyu döktüğü, minibüsleriyle-kamyonlarıyla erebildikleri dalları sanki bir gün kendi kolları-bacakları hiç kırılamayacakmışcasına kırdıkları şu şehir de, insanlara hizmet için, kamuya açık yerler neden yapılmıyor? alışveriş merkezleri var ya, unutmuşum. her şeyin hazır sunulduğu, klimaların her mevsim yığma insan eti kokusunu devir daim ettiği ve dolu dolu reklam olan "avm"ler. bilemiyorum ya, sırtımda güneşi hissetmeden huzurlu olamadığımdan belki bu tavrım. ama öyle işte. neticede "insana hizmet" diye, para harcamaya iten bir düzen var ve hızla ilerliyor. sonraki senelerde yeşil alanlar sadece otellerin, "residence"ların parklarında bahçelerinde, sadece belli bir kesime hitap eder olacak gibi. 

ama yok ya... şunu aklım, mantığım almıyor; neden oturulup konuşulmuyor? neden bir orta yol bulunmuyor? bu dediğim taksim'deki mevzudan ibaret değil, geneli kastediyorum. neden yapılanlara karşı fikir beyan edilince tepkiler kırıcı hatta yıkıcı oluyor? "demokrasi" olarak bilinen tabir, neden birkaç harften ibaret kalıyor? insanların düşünmesi, hakkını savunması, fikrini belirtmesi kadar harika bir şey yokken, neden farklı düşünen şu bir avuç insan mekanikleştirilmeye çalışıyor? örnek vermeye gerek görmüyorum, zaten aleni. sokağa çıkmaya ya da gazetelere göz gezdirmeye de gerek yok; okullarda da aynı şey, arkadaş çevresinde de aynı şey, kimi evlerde de aynı şey. blogger'da bile var. farklılık istenmez, fikrini söylemekse sürüden ayrı koyar (liseden yaram var, gocunuyorum :p).


hadi hep beraber sally olalım, eğlencemize bakalım. hem yakında nur topu gibi bir nükleer santralimiz de olacak, daha ne isteyebiliriz ki?
"-hayat bir kabare dostum, kalk gel kabareye."





22 Ocak 1973 Pazartesi

bahsetmek istediğim bir şey var

biraz evvel kahvemi hazırlarken çok daha farklı bir cümleyle söze başlamaya karar vermiştim. tabi uçup gitti. yalnız ikinci cümlesi, ellerine hayran olduğum birinin ellerinden bahsediyordu.
şimdi kahvemi içerkense bundan haberinin olmadığını fark ettim. 
iyi ama sımsıkı bağlayıp tutamam ki içimde.

ve tabi
bahsetmek istediğim bir şey var...
o gün,

metronun banklarına oturdum.
çöktüm, külçeydim.
gözlerimi bekledim.
ağlasam, önümden geçen birinin koluna yapışıp anlatsam.
insanların hep acelesi vardı.
öyleydi yine.
bir tek merdivenlerden inerken içlerine bastırılıyor kafaları, 
adımlarını gömdükleri kalpleri akıyor kollarından; hızlı ilerleyemiyorlar o zaman.
bir tek benim mi yok acelem?
tüm gün orada kalsam, yanıma gelecek metroyu beklemek için oturanlara üflesem içimi; 
2 dakika sadece, 1 dakika, yarısı... 
nın da yarısı sadece.
gelip kapısını açana kadar.
bakalım, ne varmış; ne yokmuş?
yoksa sizinde mi ellerine hayran olduğunuz biri var? 
mış?











*kendimden daha iyi bir falcı tanımam,o yüzden de kendi falıma bakamam; bakınca inanmam.
gülme, doğru söylüyorum. =)





18 Ocak 1973 Perşembe

dışarıdan çok mu ciddiyetsiz gözüküyorum? tahmin bile edemeyeceğin, beni bile yoran bir ciddiyete sahipken, "alaycı" maskemi takıp bununla dalga geçerek, onun boğuculuğunu örtmeye çalışmamdan öte değil olan biten.  çok kere kendimi woody allen ya da charlie chaplin gibi görmeme neden olan gülümsememle kendimi rahatlatıyorum aslında ben. yaş hesabıyla olan biten bir iş de değil bu ve eminim 10, 20 ve 30 sene sonra da aynı olacağım.
evet tabi, herkes bunu böyle bilmez. bahsettiklerimi demek istediğim şekillerde biçmez. peki ya ne yapabilirim? kimin ne düşündüğünün ne kadar önemi var ki, balıkçı için? neydi yolu; "anlatmayı istemek gibi bir derdim yok; sadece suda birkaç taş sektireceğim ve belki biraz da balık tutarım." 
- hadi oradan! kimi kişilerin seni yanlış anlamasından ya da hiç anlamamasından yakınmıyor musun? ve sonra da olur olmadık zamanlarda ortaya çıkan duygusallığın yüzünden gözlerin dolmuyor mu? onlar için sürekli gülümseyen ve gülümseten bir ukala değil misin?

başından beri durum komedisi olan dünya havuzunun, tıkacın çekileceği günü bekleyen balıkları değilsek neyiz biz? 









-ne diye böyle şeyler yazıyorum ki, balıkçının sözleri masal kalmıyor mu böyle düşününce? çatlaklardan içeri su sızıyor demek ki. 
-hayır, sadece taş sektiriyorum.