27 Ekim 1971 Çarşamba

mı?

"olamaz mı?
 olabilir."

kısa yolun gişirindeyim. 

arkamdan seslenen trenin sesiyle soğuktan kaskatı başımı çevirdim ve sanki o içindeymiş de, koşan trenin içinde denk gelecekmişiz gibi sadece göz ucuyla baktım. utangaç değilim de, ara sıra aptallıklarım oluyor; alt tarafı sesti gördüğüm, hepsi bu! belki o sadece trendedir, o sahiden gitmiyordur; sadece tren gidiyordur.


kısa yolun girişindeyim. 

durup beklesem, 
tepemdeki lacivertin içinden şemsiyesine tutunmuş gelir mi ki süzüle süzüle? 
kısacık yolu uuuupuzun bir sürede gitsek ya asrın birinde.
kaplumbağaymışız gibi yapsak da "püüff" deyip sırtımızdaki külfeti atamasak, 
evimiz yapsak onu, daha da yavaşlatsın diye içini de taşlarla doldursak.
peki ya şarkıda geçtiği gibi, asrın birinde onun kağıt parası dönüp dolaştıysa
ve sonra gelip gelip benim cebime girdiyse?
teşala gerek yok belki bir eylül akşamında tanışırız. 
"olamaz mı?
 olabilir."








23 Ekim 1971 Cumartesi

bir pisi miyav dedi...

gözlerim kamaşıyor...
karmaşa...
-bu ne karmaşa!
gözlerimin kamaştığını fark edebiliyorum.

...

dolabın kapağını kapattı. cama yaklaştı. gözlerini camın karışıklığına dikti uzun süre. başı ağrımaya başladı, karıncalanıyordu bedeni. elini önce buğuya yapıştırdı, kaldırdı, ize baktı, kendince iz bırakıyor dünyaya; aralanan karmaşadan dışarıya bakmaya çalıştı, el izinin izin verdiği ölçüde; karşı damda gezinen kediyi dikizledi biraz, “düşerse sahiden yaşar mı?” diye mırıldandı. ve birden iki eliyle camı temizledi.

“içim kemiriliyor” diye geçirdi içinden. sesler geliyordu kulağının derinliklerinden.
dolabı kontrole gitti, araladı kapağı, gözlerini yumdu.



sessizlik çok olunca dilini kopartmışlar!
sessizlik  sessiz...



bir şey varsa içeride, yani oradaki hala oradaysa, o intihar eden kedinin son nefesini gözleriyle solurken, oradaki de özgürlüğünü kazanmadıysa... hala orada olabilir... mi?


ilaçlar sürüp mumyalayıp kapatmak gerek şu meymenetsizi. kimsesiz kalmış, ordan burdan kovulmuş; başına kaldı şimdi de!


dolabı soludu; soğuk,  bulanık, nemli bir koku bulaşığı vardı, onu çekti içine. korkunun kanında daha hızlı akıp gittiğini hissetti.

aniden...
önce içinde susuz kalan çiçeğiyle vazo devrildi.
masa örtüsü ilaçların, şişelerin ağırlığına tutundu ilk başta. terk edildi sonra ve o da kayboldu.
perdeler yerlerinde yoktu zaten; yıldızlara, güneşe, bulutlara, kuşlara kendini gösterirken araya giren şeffaf şey yetiyordu.
vazo ve diğerleri derken ensesindeki soluk, kirli, rutubetli duvarları çekip bırakmaya başladı.

kapalı gözlerinin parlaklığını istiyordu şimdi de. sonra fikrine, sonra düşlerine, sonra ellerine, sonra ayaklarına, sonra nesi kalmışsa ona; aklına, kalbine, ruhuna, gölgesine!

iyice bir sarstı boşluk. nemsekti, griydi elleri. nefes alış verişi ruhunu yerinden kazıyacak gibiydi.

sakin, arkasını döndü. orada.
“yine mi?” 
yapış yapış hala. bulaşacak her yere. kaçacak, bir yerleri kirletecek, sonra da doğuracak yine.

bu sefer de başaramadı işte. dimdik orada o. işte ya, karşısında! hak ettiğini arıyor sadece, kendince hak ettiğini. gülümsüyor. dost gibi kollarını açmaya hazır.

-kendine yer arıyorsun, biliyorum.

karşısında korkusu, canını elinden alacak görevli meleği.

-acı bakıyorsun...  kafandaki kuşkularla sevişip dururken sen, benim kan aldığımı anlamadın mı? ben senin kafandaki cehennemden, bekçi kadını kandırıp kaçan şeytan gibi kaçtım. evet ben karmaşayım, boşluğum; kör ederim, can alırım, kanatırım; sürüklerim ordan oraya, dünyayı ters çeviririm. ben şu anda buradayım, en iğrenç halimle sana bakıyorum. içinden çıktım senin, dilersem mahvederim seni ya, doğduğum yere, anneme, babama ihanet edemem. bana anlamsız gözlerle bakma! ben senin belirsizliğinsem annem de babam da sensin, ilk nefesimi soluğum yer de sensin. kendi çocuğunu mu reddediyorsun? beni ilaçlayıp, ibretlik bir ölümsüz yapıp, pis akışkan cismimi dolaplara kapatmaya yelteniyorsun? korkudan bacak arandan canın akıp giderken, kafanda hala bana kardeşler peydahlıyorsun. peki, beni sen yaratmışken neden yok etmenin yolunu bilmiyorsun?



kamaşıyor gözleri karşısındakinin sözlerinden. dilini sessizlik yutmuş, sadece belirsizliği konuşuyor. nefret ediyor ondan, ayak bağı oluyor hep. o, onun kangrenli tarafı hep. dolaplarda gizlenen, hükmedilen-eden.



sessizlik kapatıyor ışıkları.
ölen kedinin son “miyav”ı kafasını kurcalıyor; “onun da mı vardı?”  
kedinin pireleri, şimdi onun üstünde sanki.

her taraf  gri...
ortalık belirsizlikle kamaşıyor...
kusurlu evlat.












16 Ekim 1971 Cumartesi

ekim pazartesisi



karanlık…


bekçi gibi sürekli kapıda dikilen ışık tatile çıkmış. diğerleri de sürü misali ona uymuş. sesizlik tam olarak hakimiyeti sağlayamamışsa da, havada uçuşan ses zerreciklerini, gelen kışın seyirci ısındırma ön grubu sonbahar’ın ilk şarkısı “rüzgar” savurup dağıtıyor.

geçen pazartesi çooook uzun zamandır yapmak istediğim şeylerden birini yapmak için fırtınada yollara döküldüm. güzergahım beyoğlu sineması’ydı. her sene bir şey çıkıyordu ve rafta kalıyordu film ekimi’m; bu sefer inada bindirdim işi, rüzgar ve yağmurun elinden geçen sıradan bir bireyden farksız olarak, gayet ıslak, dağıtılmış -sonbaharın haşin elleri asla kuaför eli olamaz- üst düzey bir naseksi olarak sıradaki yerimi aldım. gişede tahmini onbeş bilet vardı fazladan; ben kırkıncıydım. =) sıra umurumda değil tabi, başımı solumdaki incik boncukçudan alamıyorum ki. otuzdukuzuncu teyze işin piri… beni kandırdı, duygularımla falan oynadı; saftım, inandım… “filme giricez tabi, bilet yok diye blöf yapıyorlar, her sene aynı şey!! aa göz rengin ne değişik, her zaman bu renk mi?” demeye başladı.  “çıkk, keyfime göre bazen sadece akıyla idare ediyorum abla o zaman daha değişik oluyor” dese miydim hala karar vermiş değilim… :| 

kırkbirinci teyze, eminim ki gençliğinde erkeklerin iliklerini titreten eski bir taştı. yabancı asıllı biriydi ve arada kendi halinde konuşuyordu, bende ona tepki vermek için, insanlık hala yaşıyor, arkama dönüyordum ve mükemmel ceketini bol bol incelemeye fırsatım oluyordu.

gel zaman git zaman, yıllar, a pardon dakikalar çeyrekleri - iki çeyrekleri falan kovaladı; onlar kovalaşırken, biz, yani tahmini doksan kişi bekledik; ya herkes saftı ya da içlerine otuzdokuzuncu teyze kaçmıştı; basamakları ara ara indik; umut ettik; ilk onaltımız içeri girdi; bizse bekledik, “her şey kandırmacadır” diye; ben… otuzdokuzuncu teyzeye sadık kaldım ve gitmedim işte.
kırkbeşinci dakikanın sonunda otuzdokuzuncu ve kırkbirinci teyzeler ve diğerleri, tahmini doksan kişi yağmurla beraber hayatlarına karıştı, bende insanlık halidir ki aynısını yapıverdim.

evet, yine tozlu bir rafa kalkmıştı isteğim. ama “en azından denedim.” diyebilmiştim ve mutluydum ve eve yirminci yüzüğüm ve altıncı kolye ucumla dönüyordum. =)

he, birde sırada beklerken aldığım manidar kartla…
şöyle diyor pembe neon ışıklarında:
“belki seni bir daha asla göremeyeceğim.”

7 Ekim 1971 Perşembe

yabana doğru

bir süredir beklediğim kitap sonunda ellerimde.

filmine tesadüfen rastlamıştım ve izleyen herkes gibi kahretsin ki bende de bazı duyguları depreştirdi. muhakkak kitabını da okumalıyım dedim ve ilk sıraya girdi bile. =)

her neyse, çok fazla bıdı bıdı etmek değil de arka kapak yazısını paylaşmak istiyorum. yani tüm bu birkaç cümlenin kuruluş amacı, yazmak istediğim şu tırnak içi metninin sahipsiz, başsız badırıksız kalmaması için. =)



“birbirimizi yeniden görene değin ardan çok uzun zaman geçebilir.ama alaska’dan tek parça dönebilirsem, benden haber alacağına emin olabilirsin. sana önerdiğim şeyi tekrarlamak istiyorum;yaşam tarzında köklü bir değişiklik yapmalı, daha önce hiç duymadığın ya da yapmakta kararsız kaldığın türden şeylerin tamamını yapmaya başlamalısın. çoğu insan kendilerini mutsuz eden koşullarda yaşıyor ve gene de bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorlar. çünkü güvenli, rahat, rutin bir hayata koşullanmış durumdalar. huzur veriyor gibi görünse de, insanın içindeki maceracı ruh için kesin olarak belirlenmiş bir gelecekten daha yıkıcı bir şey düşünemiyorum. insanın yaşama arzusunun özünde macera tutkusu yer alır. yaşamın keyfi yeni deneyimlerdedir. bu yüzden sürekli değişen bir ufuktan daha büyük keyif olamaz, her yeni gün yepyeni bir güneşin altında doğabilir.”

              christopher mccandless





dipppnot: yanlışım yoksa, ki hiç sanmıyorum, bu metnin ”yolculuğu” sırasında kardeşine yazdığı mektuplardan biri olması lazım.