gözlerim kamaşıyor...
karmaşa...
-bu ne karmaşa!
gözlerimin kamaştığını fark edebiliyorum.
...
dolabın kapağını kapattı. cama yaklaştı. gözlerini camın karışıklığına dikti uzun süre. başı ağrımaya başladı, karıncalanıyordu bedeni. elini önce buğuya yapıştırdı, kaldırdı, ize baktı, kendince iz bırakıyor dünyaya; aralanan karmaşadan dışarıya bakmaya çalıştı, el izinin izin verdiği ölçüde; karşı damda gezinen kediyi dikizledi biraz, “düşerse sahiden yaşar mı?” diye mırıldandı. ve birden iki eliyle camı temizledi.
“içim kemiriliyor” diye geçirdi içinden. sesler geliyordu kulağının derinliklerinden.
dolabı kontrole gitti, araladı kapağı, gözlerini yumdu.
sessizlik çok olunca dilini kopartmışlar!
sessizlik sessiz...
bir şey varsa içeride, yani oradaki hala oradaysa, o intihar eden kedinin son nefesini gözleriyle solurken, oradaki de özgürlüğünü kazanmadıysa... hala orada olabilir... mi?
ilaçlar sürüp mumyalayıp kapatmak gerek şu meymenetsizi. kimsesiz kalmış, ordan burdan kovulmuş; başına kaldı şimdi de!
dolabı soludu; soğuk, bulanık, nemli bir koku bulaşığı vardı, onu çekti içine. korkunun kanında daha hızlı akıp gittiğini hissetti.
aniden...
önce içinde susuz kalan çiçeğiyle vazo devrildi.
masa örtüsü ilaçların, şişelerin ağırlığına tutundu ilk başta. terk edildi sonra ve o da kayboldu.
perdeler yerlerinde yoktu zaten; yıldızlara, güneşe, bulutlara, kuşlara kendini gösterirken araya giren şeffaf şey yetiyordu.
vazo ve diğerleri derken ensesindeki soluk, kirli, rutubetli duvarları çekip bırakmaya başladı.
kapalı gözlerinin parlaklığını istiyordu şimdi de. sonra fikrine, sonra düşlerine, sonra ellerine, sonra ayaklarına, sonra nesi kalmışsa ona; aklına, kalbine, ruhuna, gölgesine!
iyice bir sarstı boşluk. nemsekti, griydi elleri. nefes alış verişi ruhunu yerinden kazıyacak gibiydi.
sakin, arkasını döndü. orada.
“yine mi?”
yapış yapış hala. bulaşacak her yere. kaçacak, bir yerleri kirletecek, sonra da doğuracak yine.
bu sefer de başaramadı işte. dimdik orada o. işte ya, karşısında! hak ettiğini arıyor sadece, kendince hak ettiğini. gülümsüyor. dost gibi kollarını açmaya hazır.
-kendine yer arıyorsun, biliyorum.
karşısında korkusu, canını elinden alacak görevli meleği.
-acı bakıyorsun... kafandaki kuşkularla sevişip dururken sen, benim kan aldığımı anlamadın mı? ben senin kafandaki cehennemden, bekçi kadını kandırıp kaçan şeytan gibi kaçtım. evet ben karmaşayım, boşluğum; kör ederim, can alırım, kanatırım; sürüklerim ordan oraya, dünyayı ters çeviririm. ben şu anda buradayım, en iğrenç halimle sana bakıyorum. içinden çıktım senin, dilersem mahvederim seni ya, doğduğum yere, anneme, babama ihanet edemem. bana anlamsız gözlerle bakma! ben senin belirsizliğinsem annem de babam da sensin, ilk nefesimi soluğum yer de sensin. kendi çocuğunu mu reddediyorsun? beni ilaçlayıp, ibretlik bir ölümsüz yapıp, pis akışkan cismimi dolaplara kapatmaya yelteniyorsun? korkudan bacak arandan canın akıp giderken, kafanda hala bana kardeşler peydahlıyorsun. peki, beni sen yaratmışken neden yok etmenin yolunu bilmiyorsun?
kamaşıyor gözleri karşısındakinin sözlerinden. dilini sessizlik yutmuş, sadece belirsizliği konuşuyor. nefret ediyor ondan, ayak bağı oluyor hep. o, onun kangrenli tarafı hep. dolaplarda gizlenen, hükmedilen-eden.
sessizlik kapatıyor ışıkları.
ölen kedinin son “miyav”ı kafasını kurcalıyor; “onun da mı vardı?”
kedinin pireleri, şimdi onun üstünde sanki.
her taraf gri...
ortalık belirsizlikle kamaşıyor...